Tarım Toprakları Verimliliğini Kaybediyor
Tarım, gerek uygulama alanı olarak, gerekse kullandığı girdiler bakımından doğal sistemleri önemli düzeyde etkileme gücüne sahip yaygın bir sektör. Toprak, su ve biyolojik zenginlikler gibi tarımla doğrudan ilişkili doğal kaynaklar, bir yandan bu sektörü beslerken, diğer yandan tarımsal faaliyetlerden önemli düzeyde etkilenerek verimlilik, kalite ve tür zenginliği bakımından değişim gösterirler.
Araştırmalar günümüze değin uygulanan tarımsal faaliyetlerin meydana getirdiği değişimlerin büyük ölçekte olumsuz olduğunu ortaya koymakta. Toprak sisteminin verimliliğini kaybetmesi, arazi sınıflarına uygun tarım tekniklerinin kullanılmayışına bağlı. Bu da toprağın erozyona duyarlı hale gelmesi ve çoraklaşmasıyla sonuçlanıyor. Öte yandan, denetimsiz gübre ve tarım ilacı kullanımı ile aşırı su tüketimi de toprak-su sistemi ve biyolojik çeşitliliğe de zarar vermekte.
Politikaya kurban edilen sulak alanlarımızın öyküleri ne acıklıdır ve doğaya ne denli yabancı olduğumuzun göstergeleridir. Ülkemizde 100 hektarın üzerinde 75 önemli ve büyük sulak alan olduğu bilinmekte. Bunlar ve daha küçük ölçekli sulak alanlarımız biyolojik zenginliklerimizin önemli bir kısmı için doğal yaşam ortamı. Ancak geçmişteki yanlış politikalar ışığında tarım toprağı kazanmak amacı ile bu tür alanlara göz dikilmiş, hatta ilgili devlet kurumlarının yetki alanlarına bu tür alanları kurutmakla ilgili görevler konulmuş. Tarımsal sulama için sulak alanlardan yararlanmalarda, bu doğal çevreleri baraj gövdeleri gibi algılama yanılgısından ne yazık ki hâlâ kurtulabilmiş değiliz.
Modern tarımın en önemli girdilerinden biri ticari kimyasal gübreler. Dünyada gübre tüketimi 1970’lerdeki 69 milyon tondan 1990’da 146 milyon tona yükseldi. Gelişmekte olan ülkelerdeki tüketim artışı ise %360. Ancak tarımda kullanılan gübrelerin yalnızca %50’sinin bitkilere yararlı olduğu, diğer kısmının yıkanma, yüzey akışı ve buharlaşma yolu ile topraktan uzaklaşarak diğer alıcı ortamlara ulaştığı bilinmekte. Aşırı gübre kullanımı alıcı ortamlarda sorunların ortaya çıkmasıyla doğrudan ilişkili. Halen dünya gübre tüketimi ortalama 116 kg/ha düzeyinde ise de Japonya, Hollanda, ABD ve AB ülkelerinin çoğunda bu değer yakın zamanlara kadar 100, 200 ve hatta 600 kg/ha düzeylerini aşmaktaydı. Gübrelerin bilinçsiz kullanımı çevre kalitesini şiddetle bozarken, gıdalardaki bazı maddelerin insan sağlığına olumsuz etkisi veya toprakların ağır metallerce kirlenmesi gibi sorunları da gündeme getirmekte.
Ticari olarak satılan zararlılarla mücadele ilaçlarının (pestisitlerin) %90’ı tarımda kullanılmakta ve pestisitlerin %80’i gelişmiş ülkelerde tüketilmekte. Artık çok iyi bilindiği gibi bu kimyasalların büyük kısmı hedefine ulaşmamakta. İlaçlara direnç kazanan zararlı sayısının artışı kadar, çok sayıda başka canlı türünün yok oluşu modern tarımın neden olduğu ekolojik sorunların başında gelmekte. Avrupa’da ve Türkiye’de son otuz yılda aşırı pestisit kullanımı nedeniyle pek çok kuş türünde %90’lara varan bir nüfus azalması yaşandı.
Ülkemizde tarımsal ilaç kullanımında üreticiler çoğunlukla dikkatli ve bilinçli değil. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığınca önerilmeyen veya yasaklanan pestisitler çeşitli bölgelerde hâlâ kullanımda. Uzun yıllardan beri ülkemizde ve dünyada kullanılan “metil bromid” buharlarının atmosferdeki ozon tabakasına olumsuz etki yaptığı anlaşıldıktan sonra kullanımına sınırlama getirildi ve 2009 yılında da kullanımdan tümüyle kaldırılması kararı alındı. Derin toprak katmanlarına ve yeraltı sularına da karıştığı belirlenen bu bileşik ayrıca kanserojen nitelikli bulundu. Kimyasal bileşiklerin kullanılmasıyla 60’lı yıllardan itibaren zararlılara karşı büyük başarılar sağlandı. Ancak bu başarılar madalyonun bir yüzü. Zira ekosistemde görülmeye başlanan dengesizlikler yanında, insan sağlığı bakımından risk taşıyan çok çeşitli kimyasal bileşiğin besin maddeleri yolu ile insanlara çoktan ulaşmış olması madalyonun diğer yüzünü oluşturuyor.
Günümüzde ise genetik olarak değişime uğratılmış ürünler dünyadaki bazı tarımsal sorunlara karşı önemli bir çözüm olarak tanıtılmakta. Teknolojisini dünyaca büyük ticari firmaların elinde tuttuğu bu alan kamuoyunda hâlâ kuşku ile karşılanmakta. Biyoteknoloji firmaları ise ürünlerinin tarımda kirliliğe neden olan tarım ilaçlarını azaltacağını ve açlık sorununa bir çözüm sağlayacağını iddia etmekte.
Tartışma ne yöne giderse gitsin, birçok bitkisel ürün günümüzde böceklere zehir etkisi oluşturan genleri kapsar şekilde geliştirilmekte ve ticari olarak pazarlanmakta. Örneğin Bacillus Thurigiensis (BT) isimli bir toprak bakterisinden alınan genlerin mısır, patates gibi bitkilere aktarımı yoluyla bu bitkilere zarar veren kelebek larvaları bu yapay bitkiler tarafından üretilen bir zehir yardımı ile öldürülmekte. Biyoteknoloji firmaları bu tür bitkilerin kimyasal ilaç gereksinimini azaltacağı için çevreye yararlı olacağını belirtmekte. Ancak bu durumdan doğada yaşayan çok sayıda başka böcek de olumsuz etkilenmekte. Zira “BT geni” içeren bu tür bitkiler kendi üzerindeki asalakları yiyen yararlı böcekleri de ortadan kaldırabiliyor. Kendilerine yararı olan böcekleri yok etmenin yanı sıra, bu böceklerle beslenen kuş ve memeli türlerini de olumsuz etkileyen “Genetiği Değiştirilmiş” canlılar, tüm besin zincirinin çökmesinde dahi etkili olabilirler.
Endüstriyel tarım sisteminin dayanmış olduğu mekanizasyon ve geniş ölçekli üretim politikaları, geçen yüzyılın ikinci yarısında tartışma konusu oldu. Bazı alanlarda tek ürün yetiştirme ve toprakta organik madde bırakmama eğilimi nedeniyle toprak veriminde azalma gözlendi. Modern tarım uygulamalarının etkisiyle, yeraltı su rezervlerinde azalma, sahil bölgelerde akifer tuzlanması, sulanan tarım topraklarında tuzlanma, erozyon artışı gibi sorunlar ortaya çıktı.
Tarımın endüstrileşmesi aynı zamanda kırsal peyzajda önemli değişimlere neden olmakta. Örneğin kırsal çevre, tarım arazisi kullanım sınırlarına kadar tekdüze tarlalar ile kesiksiz kaplanmakta. Endüstriyel tarım teknolojisi ile tarım yapmak için daha ihtisaslaşmış tarım uygulamaları gerektiğinden, giderek daha az çiftçi tarımla uğraşmakta. Hızlı gelişen teknolojiye adapte olamayan insanlar göç etmekte veya sahip oldukları kaynakları tarım dışı ekonomik alanlara terk etmekte.
Ülkemizde 1950’li yıllardan sonra artan mekanizasyon ve nüfus sebebiyle daha önceleri kuralına uygun olarak işlenen I-IV. sınıf arazilerin yanında mera ve ormanlarda açılan araziler de işlenmeye başlandı. Böylelikle 1934 yılında 11.677.000 hektar olan tarım arazisi, 1955’te %100 artışla sağlıksız bir şekilde 22.808.000 hektara çıktı. Tarım arazileri günümüzde 27.699.004 hektara yükseldi. Bu gelişmelere bağlı olarak 1954 yılında 44.329.000 hektar olan çayır mera arazisi 1980’li yıllarda 21.101.000 hektara indi. Bu durum pek çok olumsuzluğu beraberinde getirdi. Örneğin meraların daralması ve hayvancılıkta gelişme çabaları sonucu meralarda yayılan hayvan yoğunluğu göreceli olarak üç katına çıktı ve aşırı otlatma sonucu ot verimi ve kalitesi düştü, 26 civarındaki çayır bitkisi türü beş altı türe indi. Meralardan tarla olarak açılan meyilli alanlarda yapılan tarım, erozyon artışına ve verim azalmasına sebep oldu.
Tarım toprakları, tüm dünya ülkelerinin en yaşamsal ve “incinebilir” doğal kaynakları. En uygun koşullarda tarım yapılabilir nitelikte bir toprağın oluşması için 3 ile 12 bin yıllık bir zamana gereksinim olduğunun bilinmesi bu kaynağın kullanılmasında neden titiz davranılması gerektiğini ortaya koyar. Oysa ülkemizde günden güne güçsüzleşen toprak kaynaklarımıza karşı takındığımız bu kısa vadeli tavır, deyim yerindeyse gelecekle kumar oynamaktan başka bir şey değildir.