Çevre Kirliliği

Çevre Kirliliği

Hava, su ve toprağın çeşitli insan faaliyetleri sonucunda niteliğinin bozularak yaşanırlığını yitirmesi, bitki ve hayvan topluluklarının yaşam ortamları değiştiği ya da insan gereksinimleri uğruna aşırı tüketildiği için yok olmaya başlaması, çevresel değerlerin zarar görmesi sonucu çevre kirliliği ortaya çıkmıştır.

 

Önceleri çevre kirliliği, daha çok politik ve sosyal sorunlara bağlı olarak gündeme geliyordu. Çoğu kez çevre kirliliği bu alandaki tartışmalarda önemini kaybediyordu. Çünkü endüstriyel gelişmenin insanlığa getirdiği olanaklar, çevre kirliliğinin arka planda kalmasına neden oluyordu. Hiç kuskusuz bu sebepsiz de değildi. Çünkü insanoğlu yaptığı aletleri kullanarak yaşamını kolaylaştırmış, yaşamına yeni biçimler kazandırmıştı.

 

İnsanların doğa karşısında pek güçlü olmadıkları dönemlerde, ister istemez çevre kirliliği de bu dengeye bağlı olarak daha sınırlıydı. Endüstri ve teknolojinin gelişmesiyle insanlar büyük bir gücün sahibi oldular ve bu gücü çıkarlarına göre, hemcinslerine olduğu gibi, doğaya karşı da daha bir sistematik ve planlı bir şekilde kullanmaya başladılar. Otomatik çamaşır ve bulaşık makineleri, mikrodalga fırınlar, cep telefonları, televizyonlar, klimalar, bilgisayarlar, kara, hava ve deniz taşıtları gibi günlük araçların her biri yaşamımızı kolaylaştırmakta ve hayatımıza yeni biçimler kazandırmaktadır. İnsanoğlunun yaşamını kolaylaştırmak için üretilen bu ürünlerin kendileriyle birlikte getirdikleri olumlu olanakların yanında, çevre üzerindeki tahribatları görülmüyordu. Fakat ne zaman anlaşıldı ki hava, su, toprak, bitki ve hayvan türleri üzerinde önemli tahribatlar olmuş ve bazı hastalıklar bu tür tahribatların sonucudur, çevre kirliliği gündemin en temel sorunlarından biri olarak yerini aldı. Çevreciler ortaya çıkıp seslerini yükselttiklerinde, bir kısım devlet yöneticisi ve iş adamı bu tür hareketleri suçladılar ve dediler ki “sizler gelişmemizi istemiyorsunuz.“

 

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu tür suçlamalar insanların önemli bir kesimi tarafından da kabul görüyordu. Çünkü konu, istismar ve demagojilere açıktı. Fakat bu süreç uzun sürmedi ve çevre kirliliği kalkınmaya ilişkin tartışmaların temel sorunlarından biri haline geldi. Gerçi halen kimi devlet yöneticisi ve iş adamının suçlamaları sürüyor, ama bunlar eskisi gibi değil. Çünkü bu alandaki tahribatların insan yaşamı üzerindeki etkilerinden artık kuşku duyulmuyor.

 

Özellikle büyük kentlerde ve sanayi bölgelerinde insan sağlığını ciddi boyutlarda tehdit eden ve 1970’lerden başlayarak geniş kitlelerin ilgisini çeken çevre kirliliği aslında yeni bir sorun değildir. Yeni olan, çevre kirliliğinin tüm dünyada ulaştığı ciddi boyutlar ve insanların bu tehlikenin bilincine varmaya başlamalarıdır. Önceleri sadece kirlenme olarak algılanan ve uluslararası boyut kazanmadan yöresellik özelliği taşıyan çevre kirliliği, gün geçtikçe hızla çoğalmış, sınır tanımaz özellikte oluşuyla da yöresellikten kurtulup küresel bir sorun haline gelmiştir. Bir ülke sınırları içindeki kirletici unsurun ortaya çıkardığı zararlı duman ve gazlar, rüzgarın da etkisiyle başka ülkelere taşınarak, o ülke için de kirletici faktör olabilmiştir.

 

İnsanoğlunun önüne her gün yeni bir buluşun ürünü sunulmakta ve bunları kullanması istenilmektedir. Uydu teknolojisi, nükleer teknoloji dünyayı küçültmüş, iletişim teknolojisi sayesinde kıtalar arasındaki sınırlar adeta yok olmuştur. Hızlı gelişen bu teknoloji ise beraberinde hava kirliliği, su kirliliği ve toprak kirliliğinin yanı sıra gürültü kirliliği, katı atık kirliliği ve radyoaktiflik kirlilik gibi daha yeni öğeleri de kapsayan çevre kirliliğini meydana getirmiştir.

 

Sağlıklı bir hayatın sürdürülmesi ancak sağlıklı bir çevreyle mümkündür. Sağlıksız ve doğal dengesi bozulmuş bir çevre, başta insan sağlığı olmak üzere diğer canlıları etkilemektedir. Sanayi kuruluşların bacasından çıkan duman ve motorlu taşıtların egzozundan atılan zararlı ve zehirli gazlar hava kirliliğine yol açmakta, insanın solunum ve sinir sistemini bozmaktadırlar. Asit yağmurları; havayı, suyu ve toprağı etkilemekte, yeşili ve ormanı yok etmektedir. Akarsulara, denizlere ve göllere bırakılan atıklar ise suyun kalitesini bozarak, suda yaşayan canlıların yaşamını olumsuz yönde etkilemekte, bu yollarla mikroplu ve zehirli maddeler insan vücuduna geçmektedir. Teknoloji ürünü cihaz ve sistemlerin yaymış olduğu radyasyon ve şu an için bilinmeyen olumsuz etkileşimleri sonucu, ileride gerek insan vücudunda, gerekse doğal dengede ne gibi tahribat yapacağı merak konusudur.

 

Teknolojinin bu çarpıcı gelişimi insanoğlunun yaşamını kolaylaştırmakta çevreye duyarsız yaklaşımlar ise; doğal dengeden, insan sağlığından ve ömründen kayıplar vermektedir. İşletmeler insan yararına sundukları bu ürünlerini, çalışma alanları hangi boyutta olursa olsun çevre kirliliği oluşturmadan ve gerekli önlemleri alarak yapmalıdırlar. Geride yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için bizlerinde yapabileceği şeyler olduğu gibi en büyük sorumluluk eğitim kurumlarına ve siyasetçilere düşmektedir. Günlük çıkar ilişkileri içerisindeki yaklaşımlar doğal dengede tahribat yaparak gelecek nesilleri tehlike altına almaktadır. Bugün dünya, teknolojiden ödün vermeden gelecek nesillere sağlıklı bir çevre ve yaşanabilir bir dünya bırakabilmenin paniği ile karşı karşıyadır. Bu panik, çevre kirliliği sorununun sosyal sorumluluk açısından ele alınma sürecini hızlandırmıştır. İşletmeler ürettikleri ürün ne olursa olsun, yaptıkları faaliyetlerinde kendi çıkarları yanında, bir bütün olarak toplumun çıkarlarını da korumak ve gözetmek, bu duyarlılığı her zaman göstermek zorundadırlar. Çünkü bizler bu dünyayı atalarımızdan ödünç aldık, gelecek nesillere de temiz ve yeşil bir dünya bırakmalıyız.

 

İnsan yaşamının sürekliliği için doğayı kullanması, doğayı değiştirmesi olağandır. Ancak bu kullanışta doğayı düşünmeksizin yalnızca insan açısından ve tek yönlü yararlanma söz konusu olduğunda, umulan olumlu sonuçlar, bir süre sonra çözümü zor ve hatta olanaksız birçok karmaşık sorunlara neden olurlar. Yaşamın söz konusu olduğu her yerde muhakkak atık madde bulunacaktır. Fakat bu madde, oluştuğu ortam içinde belirli sınırlar altında kaldığı sürece doğal yapı bu atık maddeyi çözümlemekte ve sonuçta kirlilik çıplak gözle görülmemektedir. O halde yaşamın getirdiği bir kirlilik hep olacaktır. Ama doğal denge bozulmadıkça, çevre ile etkileşen yaşam, kirlilikten etkilenmeyecek ve dolayısıyla çevre kirliliği sorunu, doğal yapı içinde çözümlenecektir. Bilhassa 20.yüzyıldan sonra artan nüfus, ulaşım, sanayinin gelişmesi ve insanın bir anlık para kazanma hırsı ile birey çevresini unutmuş ve kirliliğe terk etmiştir.

 

Sanayi Devrimi’nden bu yana hızla büyüyen sanayi üretiminin ortaya çıkardığı atıklar çevre kirliliğine yeni boyutlar getirdi. Artan ve belirli kentsel alanlarda yoğunlaşan nüfusun çeşitli etkinlikleri sonunda ortaya çıkan atıkların yok edilmesi gittikçe daha karmaşık bir soruna dönüştü. Artan enerji gereksinimini karşılamak için kullanılan yakıtların dumanı havayı, akarsu ve denizlere boşaltılan atıklar suları kirletti. Kısa sürede çürüyüp ayrışarak doğaya karışan organik atıklara, uzun yıllar bozulmadan kalan plastik, metal ve cam gibi sanayi atıkları eklendi. Çöplükler geniş alanlara yayıldı. Zehirli kimyasal ve radyoaktif maddelerden oluşan atıklar bütün canlı varlıklar için tehlike oluşturmaya başladı. Kirliliğin en yoğun olduğu yerlerde canlılar ölmeye başladı. Doğadaki dengelerin bozulması yaşamı tehdit etmeye başlayınca, daha çok sayıda insan çevre kirliliğinin tehlikesini gördü ve bunun önlenmesini istemeye başladı. Çevre kirliliğini önlemenin yolları aranıp bulundu. Ama kirliliği önleyecek bütün önlemler ek harcamalar gerektirdiği ve sanayi üretimini daha pahalı hale getirdiği için bunların her zaman istekle uygulandığı söylenemez.

 

Hava kirliliği, su kirliliği ve toprak kirliliği,kentlerin gürültü sorunu, günlük yaşamında her türlü olanağa sahip olan günümüz insanını, aşırı ölçüde rahatsız eden, mutluluk ve sağlığını etkileyen olumsuz öğelerdir. Çünkü artık temiz hava soluyamaz olduk. Ruhsal rahatlamamızı sağlayacak yeşil alanlara hasret kalmaya başladık. Yüzmek için deniz kıyısında bile yüzme havuzlarına girmek zorunda kaldık. Gürültüsüz ve sakin bir uyku uyuyamaz, midemiz bulanmadan bir akarsuya bakamaz olduk. Kısaca artık kirleteceğimiz çevre tükenmek üzeredir. 2000–3000 yıl önce bir doğa cenneti olan Anadolu’yu günümüzde bu durumlara düşürdük.

 

Artık hepimizin bildiği gibi çevreden, içindeki varlıklara göre en çok yararlanan bizleriz. Çevreyi en çok kirleten yine bizleriz. Bu nedenle “çevreyi kirletmek kendi varlığımızı yok etmeye çalışmaktır” denilebilir. Bilinçsiz kullanılan her şey gibi temiz ve sağlıklı tutulmayan çevre de bizlere zarar verir. Bu nedenle çevre denince aklımıza önce yaşama hakkı gelmelidir. İnsanın en temel hakkı olan yaşama hakkı, canlı ya da cansız tüm varlıkları sağlıklı, temiz ve güzel tutarak dünyanın ömrünü uzatmak, gelecek kuşaklara bırakılacak en değerli mirastır.

 

Çevre Kirliliğinin Sebepleri

Seller, yıldırımlar, doğal yangınlar, depremler, kasırgalar, büyük sıcaklık değişmeleri gibi insanların etkisi olmadan da tabiatta yaşayan canlı varlıklar arasında var olan dengeler az veya çok bozulabiliyor, yani çevre kirliliği meydana gelebiliyor. Bu olaylar genellikle o kadar yavaş meydana geliyor ki, çoğu zaman insan ömrü bunları görmeye yetmiyor. Doğa alışık olduğu bu olayların yaralarını rahatlıkla tedavi edebiliyor.

 

Normal şartlarda kendi kendini temizleme özelliği olan doğa, insanların sayısız faaliyetleri sonucunda meydana gelebilen pek çok madde daha önce mevcut olmadıklarından, doğa bunları ya hiç yok edemiyor ya da uzun yıllar sonra yok edebiliyor. Bu gibi suni maddelerin çevreyi gittikçe daha fazla kirletmelerinin nedeni budur.

 

Güzel dünyamızın, insanların faaliyetlerinden dolayı şimdiye kadar maruz kaldığı bütün kirlenme veya bu kirlenmenin büyük bir kısmı çağımız dediğimiz son bir buçuk yüzyıl içinde meydana gelmiştir. Yani, dünyadaki çevre kirliliğinin tek sorumlusu çağımızda yaşamış ve yaşamakta olan birkaç insan jenerasyonudur. Dünyamızda mevcut olan milyarlarca ton fosil madde (petrol, doğalgaz, çeşitli maden kömürü vs.) milyonlarca yıldan beri oldukları gibi duruyorlardı. Parçalanınca bol miktarda enerji verebilen uranyum ve radyum gibi radyoaktif madenlere de çağımıza kadar iltifat eden kimse yoktu. Dünyamız da bunların kullanılmasından ve parçalanmasından dolayı her hangi bir kirlenmeye maruz kalmıyordu. Bugün ise birçok kıymetli yeraltı hazinelerinin ne zaman bitebileceğinin hesabı yapılmakta ve insanları ciddi bir şekilde düşündürmektedir. Bu gibi maddelerin gerek enerji üretiminde kullanılması ve gerekse diğer amaçlar için işlenilmesi, çevre kirliliğinin en önemli kaynağını teşkil etmektedir.

 

Kuşkusuz çağımız, dünya tarihinde en hızlı gelişme ve ilerlemelere sahne olmaktadır. Beşeriyetin sanayileşme ve tekniğin her alanında gelişmesinin azami noktasını yaşamakta olduğumuz zaman içindedir. Bu hızlı gelişme durmadan artmaktadır. Bu arada, insanların doğal zenginlik kaynaklarını hızla tüketmeleri ve çevreyi pek çok yer ve şekilde hızla kirletmelerine çağımızda rastlanmaktadır. Etkili ve geniş kapsamlı önlemler alınmaz ise dünyamızdaki tüm canlı varlıklar için yaşama şartları durmadan bozulmaya mahkumdur. Çevre kirliliğinin önemi hızlı sanayileşme ile beraber anlaşılmış ve dolayısı ile gerekli önlemler alınmış olsaydı, dünyamız bugün bu çapta büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunmazdı. Hızlı sanayileşme ile beraber çevrenin hızla kirlenmesi ve bu durumun doğurabileceği sınırsız tehlike, ancak son çeyrek yüzyılda yeterince anlaşılabildi. Gerekli etkili çalışmalara da bundan dolayı çok geç başlanıldı. Bir madde veya enerji üretirken çevrenin kirlenmemesini sağlamak ve kirlenmiş çevreyi temizlemek tüm canlıların geleceği bakımından şarttır.

 

Madde üretmek, yeni ürünleri bulup insanların hizmetine sunmak, bu ürünleri elde etmek için çeşitli yollardan değişik şekillerde enerji elde etmek, insanların refah ve konforlarını artırıcı girişimlerde bulunmak bütün insanların başlıca uğraşlarıdır. Bu etkinlikler insanlık tarihi ile başlar ve sonuna kadar da devam edecektir. Ama tabiatı bozacak, çevreyi kirletecek, dolayısı ile dünyadaki tüm canlı varlıkları tehlikeye sokabilecek faaliyetlerde bulunmak hiç kimsenin, hiçbir toplumun hakkı değildir. Bu işler cinayet sayılmalıdır. Bu gibi faaliyetlerin doğurduğu kirlilik, önlemler alınmaz ise zamanla birikir ve mevcut hayatın tükenmesine neden olur ki, bunu hiç bir mantık ve sağduyu hoş görmez. Bugün ilim ve teknik o kadar gelişmiştir ki, insanların her sıkıntıları ve arzularına olduğu gibi çevrenin kirlenmesine veya kirlenmiş çevrenin temizlenmesine de çare bulunabilir, yeter ki gerekli olan ek külfete katlanılsın ve mevcut olan imkanlar hoyratça harcanmasın.

 

Doğada kirlenmeye neden olan etmenleri, doğal faaliyetlerden kaynaklanan etmenler ve insan faaliyetlerinden kaynaklanan etmenler olmak üzere iki grupta inceleyebiliriz.

 

Doğal faaliyetlerden kaynaklanan etmenler: Kendi kendine zararsız hale dönüşebilen maddelerin oluşturduğu kirliliktir. Bu kirliliğe geçici kirlilikte denir. Depremler, volkanik patlamalar, seller gibi doğadan kaynaklanan etmenlerdir.

 

İnsan faaliyetlerinden kaynaklanan etmenler: Kendi kendisine yok olmayan ya da çok uzun yıllarda yok olan maddelerin oluşturduğu kirliliktir. Kalıcı kirlilikte denilen bu kirlenmeye neden olan maddeler bitki ve hayvanların vücutlarına katılır. Sonra besin zincirinin son halkasını oluşturan insana geçerek insanın yaşamını tehlikeye sokar. İnsan faaliyetlerinden kaynaklanan çevre kirliliğinin başlıca kaynakları;

  • Göçler, düzensiz şehirleşme ve hızlı nüfus artışı,
  • Evler, iş yerleri ve motorlu taşıt araçlarında; petrol, kalitesiz kömür gibi fosil yakıtların aşırı ve bilinçsiz tüketilmesi,
  • Yanlış arazi kullanımı,
  • Bilinçsiz şekilde gübre ve zirai mücadele ilaçları kullanımı,
  • Nükleer silahlar, nükleer reaktörler ve nükleer denemeler gibi etmenlerle radyasyon yayılması,
  • Kimyasal ve biyolojik silahların kullanılması,
  • Bilinçsiz ve kaçak avlanma,
  • Orman yangınları, ağaçların kesilmesidir.

Hızlı Nüfus Artışı

Çevre sorunlarının ortaya çıkışında en etkili olan faktörlerden birisi hızlı nüfus artışıdır. Bu artış konut, eğitim, sağlık, altyapı, ulaşım, besin, enerji gibi birçok hizmete duyulan gereksinimi arttırarak, iyileşme ve gelişme beklentilerini yetersiz kılmaktadır.

 

Bunun sonucunda çevre sorunlarında geometrik artışlar gözlemlenmektedir.

  1. Gecekondulaşma,
  2. Su ve kanalizasyon gibi temel hizmetlerde eksiklikler,
  3. Toprağın plansız ve amaç dışı kullanımı,
  4. Ulaşım hizmetlerinde yetersizlik ve trafik sorunu,
  5. Temizlik hizmetlerinin düzenli yürütülememesi ve çöp sorunu,
  6. Kültürel çevrenin yozlaşması ve sosyal sorunlar,
  7. Doğal dengenin hızlı bir biçimde bozulması,
  8. Yapılaşma için yeşil alanların ve verimli tarım topraklarının tahrip edilmesi v.s.

Hızlı nüfus artışının neden olduğu sonuçlar nüfus ve doğal kaynaklar planlamasının uzun vadeli olarak düşünülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu planlamanın sonucu olarak, nüfus ve aile planlaması, sağlık ve sosyal hizmetlerin bir dalı olarak gelişir. Doğum oranını düşürmek için planlama açısından yapılabilecek bazı şeyler vardır. Bunlar; bir miktar ekonomik kalkınma, gençlerin ve özellikle kadınların eğitimi, yaşlılara sosyal güvence sağlanması, sağlık hizmetleri ülkenin her noktasına ulaşan ve halkın kabul edebileceği cinsten doğum kontrolü hizmetleri olarak sıralanabilir.

 

Düzensiz Kentleşme

Kentleşme, nüfus yoğunluğunu birlikte getiren ve artıran bir olgudur. Kentlerin büyümesini üç faktör belirlemektedir. Göçler, doğal nüfus artışı ve kırsal bölgenin kentsel hale getirilmesi.

 

Kentleşme sorununun kaynağında kentleşmenin kendisinden çok, hızlı ve düzensiz kentleşmesi yatıyor.

 

Sanayide, ticarette, turizmde ve hizmet sektöründe olan ve in­sanların daha rahat yaşamasına yönelik gelişmeler kentlerde toplanmış, bu nedenle hem şehir yaşamı daha cazip hale gelmiş hemde bu hiz­metlerin yürütülmesi için de ilave iş gücü gereksinimi doğmuştur. Bu nedenle kırsal alanda veya sınır ötesinden kentlere doğru bir göç olmaktadır.

 

Kırsal kesimden olan göçlerin şehir merkezlerine değil, çoğunlukla kenar mahallelere doğru olması, varoş olarak tanımlanan bu bölgede kent merkezine oranla son derece sağlıksız koşulda yaşayan, yetersiz ve dengesiz beslenen, çoğunlukla sadece seçim zamanı vatandaş oldukları hatırlanan bir toplumun yerleşmesine neden olmuştur. Bununla beraber, kente daha doğrusu kentin dış mahallelerine olan göçün devam etmesi halen bu yaşam koşullarının kırsal kesimdekinden daha iyi olduğunu göstermektedir.

 

Bundan dolayı plansız büyümekten kaynaklanan sorunların çözümü için tüm politik karar organları, partiler, sosyal gruplar, meslek odaları ve kamu yararına çalışan kurumlar ortak bir platform oluşturarak, kent planlamasının oluşmasını, bilimsel temellerde yapılmasını ve daha sonra da ona uyulmasını sağlamalıdır. Kentsel planlama yapılırken birey başına en az 10–15 m2 yeşil alan düşecek şekilde planlama yapılmalıdır. Kentlerin çevresinde yeşil kuşaklar oluşturulmalıdır. Verimli tarım arazileri, orman ve SİT alanları üstüne yerleşime kesinlikle izin verilmemelidir. Kentlerin uzun vadede gelişimi göz önüne alınarak altyapı yatırımları ilgili birimler arasında işbirliğine gidilerek projelendirilmelidir. Kentsel yerleşim alanları içerisindeki sanayi tesislerinin kent dışında organize sanayi bölgelerine taşınmaları sağlanmalı ve kent planlaması yapılırken sanayi bölgesi olarak düşünülen alanların çevresinde konutsal yapılaşmaya olanak verilmeyecek şekilde önlem alınmalıdır. Kentin nefes alması için, konut, gökdelen vb. yapılarının yerleşiminde hava akımlarına engel olunmayacak şekilde aralıklar bırakılmalıdır.

 

Kentleşmenin neden olduğu kirlilik nüfus yoğunluğunun yanı sıra kentin topoğrafik ve meteorolojik koşullara uygun olmayan biçimde yerleşmesinden de kaynaklanmaktadır.

 

Sanayileşme

İnsan sanayileşmenin getirdiği teknolojik imkan ve yetenekler ile mevcut olan çevrede değişiklikler yaparken, yapay çevre yaratma çalışmalarına da hız vermiştir. Sanayi ürünlerinin üretimi ve tüketimi sonucunda oluşan atıklar hava kirliliği, su kirliliği ve toprak kirliliğini ortaya çıkarmıştır.  Günümüzde özellikle yoksul ülkeler, endüstriden doğan kirlenmeden dolayı zarar görmektedirler. Bu durumun nedeni ise, ileri teknoloji kullanamamaları, kirlilik önleyici pahalı çözümlere gidememeleridir. Gelişmiş ülkeler kirletici endüstrilerini kendi ülkelerinde kurmaktansa, gelişmekte olan ülkelerde kurup, bu ürünleri dış alım yoluyla ülkesine getirdiği; buna karşılık söz konusu kirlenmeden kurtulduğu yani bir tür kirlilik dış satımı yaptığı da göz önünde tutulursa, az gelişmiş ülkelerin endüstri kaynaklı kirlilikten, kendi gücüne oranla yeterince pay aldığı ortaya çıkmaktadır.

 

Çevre Kirliliği

Sanayi ve ticaretin gelişmesi ucuz üretim girdilerinin sağlanmasına bağlıdır. Üretim sürecinde arz-talep bağlantısına göre fiyatına en kolay müdahale edilen gir­dilerden birisi iş gücüdür. Sanayileşmiş tüm ülkelerde sanayi ve ticaretin gelişmesi her zaman ucuz iş gücü ile sağlanmıştır. Ancak, kentleşmede de anlatıldığı gibi ucuz iş gücü sanayi ve ticaretin yoğun olduğu bölgelerde varoşların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sanayileşme, kentleşme ve buna bağlı sorunlarında kaynağını oluşturmaktadır.

 

Sanayileşmenin çevre kirliliği üzerindeki asıl olumsuzluğu doğrudan kirliliktir. Türkiye gibi sanayileşme sürecini devam ettiren ülkelerde yine ucuz üretim amacı ile ucuz yakıt kullanılmakta, üretim gereği olarak ortaya çıkan atıklar doğrudan alıcı kaynaklara verilmekte, sonuçta hava, su ve toprak kirlenmektedir.

 

Gerek iç gerek dış pazarda rekabet fiyat ve kalite açısından oluşmaktadır. Kalitesi düşük bir ürün eğer fiyatı da düşük ise pazarda alıcı bulabilmektedir. Yüksek kalitenin sağlanması ise ilave maliyet unsurudur. Her ne kadar toplam kalite yaklaşımı ile kalitedeki artışlar maliyete yansımamakta hatta maliyeti düşürmekte ise de toplam kalite yaklaşımı gelişmekte olan ülkelerde henüz yeterince yerleşmiş değildir. Sanayide ve ticarette yüksek kaliteli bir ürünü ya da hizmeti daha ucuza pazara sunmak kuşkusuz büyük bir avantaj sağlamaktadır. Pazarda alıcılar ürünün fiyatı ve kalitesi ile ilgilenirken, bu ürünün üretim süre­cinde ne denli çevre kirliliği oluşturduğu, ekolojik dengeyi ne denli bozduğu ile nadiren ilgilenmektedirler.

 

Bu durumda, üretim sürecinde ortaya çıkan atıkların temizlenmesi işletme için üretimde ek maliyet oluşturarak pazar rekabetinde dezavantaj olacaktır. Gelişmekte olan ülkelerde devletin kontrol eksikliği ve yaptırım gücü zayıflığı nedeni ile sanayi tesislerinin arıtma birimleri kurmaları bir anlamda sadece üretim maliyeti açısından ele alındığında caydırıcı bir faktördür. İşletmelerin arıtma tesisi kurup bunu çalıştırmaları yerine ceza vermeleri daha karlıdır. Aynı üretimi yapan aynı kapasite ve teknolojideki iki tesisten arıtma tesisi kuran ve çalıştıranın üretim maliyeti, bunu kurmayıp cezaya razı olana göre daha yüksek olacağından Pazar payını yitirecektir. Bu durumda sanayinin çevre kirliliği oluşturması kaçınılmazdır.

 

Gelişmiş ülkelerde ise, sanayi tesislerinin ya arıtma birimleri vardır ya da ücretini ödeyerek atıklarını kamu ya da özel sektöre ait arıtma te­sislerinde arıttırırlar. Bu ülkelerde arıtımdan gelen ek maliyetler üretimde verimliliği artırmak ve giderleri azaltmak ile giderilmiştir. Dolayısı ile bu ülke ürünleri dış pazarlarda rekabet güçlerini korumaktadırlar. Gelişmiş ülkelerin arıtılmaları çok pahalı olan atıklarını uzak denizlere dökmeleri, pahalı arıtım gerektiren üretimleri gelişmekte olan ülkelerde yaptırmaları da bilinen bir gerçektir.

 

Aşırı Tüketim

Sanayide asıl olan üretim değil üretilen ürünün satılmasıdır. Hiç bir sanayi dalında pazarlama olanağı bulunmayan bir ürün üretilmez. Pazarlama olanağı zayıf ise pazarlama teknikleri ile üretilen ürünün satış şansı artırılır. Bu çerçevede özellikle gıda ve kozmetik sanayinde ambalaj teknolojisindeki gelişmeler ürünlerin albenisini yükseltmiş ve tüketimi dolaylı olarak artırmıştır. Amaç ambalaj içindeki ürünü satmaktır. Ürün kullanıldıktan sonra ambalaj çoğu kez çöpe atılmaktadır. Ambalaj sadece son tüketici için bir pazarlama materyali değildir. Ambalaj teknolojisindeki gelişmeler sayesinde kırılabilecek veya bozulabilecek ürünlerin güvenli olarak pazarlanması, küçük ürünlerin daha büyük ve güvenilir ambalajlar içinde toptan satış birimlerine iletilmesi yine ürün pazarlamasını ve dolayısı ile tüketimi artırmıştır.

 

Ürün pazarlamasında ambalaj materyali kayda değer bir katı atık kirliliği oluşturmaktadır. Gıda ürünlerinin geri dönüşümsüz cam, metal, plastik ya da karton kutuda pazarlanması tüketici için büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Sanayi için bu tip ambalajların kullanılması da geri dönüşümlü cam şişelerin yıkanması gibi bir sorunu ortadan kaldırmaktadır. Pazarlama birimleri için depozit alınması ve iade sıkıntısı da bu şekilde ortadan kalkmıştır. Bu durumda, üretici – pazarlayıcı – tüketici zinciri için geri dönüşümsüz ambalaj kullanılması büyük kolaylık getirmektedir. Ancak burada gözden kaçan sorun katı atık problemidir.

 

Tarımsal Üretim

Asırlar boyu doğa ile uyumlu yapılan bitkisel, hayvansal ve tarımsal faaliyetler çevre kirliliğine ve ekolojik dengenin bozulmasına neden olmamıştır. Ancak hızla artan nüfusun gıda  ihtiyacını  karşılayabilmek amacıyla, birim alandan daha fazla ürün alabilmek için, tarımda hastalık ve zararlılara karşı kimyasal ilaç (pestisit) kullanılması çevre sorunlarının oluşmasına neden olmuştur.

 

İlaç kullanmak tarlada doğal olarak bulunan hastalık ve zararlılar yanında diğer faunayı da etkiler. Aslında hastalık ve zararlı olarak tanımlanan bu canlıların tek görevleri doğaları gereği yaşamlarını sürdürmeleridir. Ancak, insanoğlu gıdalarını bu canlılar ile paylaşmak niyetinde olmadığı için o canlıların bu ürünleri tüketmelerine izin vermemektedir. Kuşlara karşı korkuluk, ses silahı gibi tümüyle fiziksel önlemlerin ve biyolojik kontrol uygulamalarının dışındaki kimyasal ilaç uygula­maları bir yandan hedef canlının dışındaki flora ve faunayı doğrudan ve dolaylı olarak etkilerken, öte yandan bu gıdaların üzerinde kalarak insan sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Özellikle son yıllarda tüketicilerde hormon uygu­lamasına karşı kayda değer bir endişe ve tepki varken asıl tehlike olan kimyasal ilaç uygulaması tümüyle göz ardı edilmektedir.

 

Tarımsal üretim aşamasında kimyasal ilaçların (pestisit) kullanımı en etkili ve en ucuz çözümdür. Bununla beraber, hastalık ve zararlıların giderek bu ilaçlara direnç kazanmaları, bilinçsizce fazla ilaç kullanımı sonunda önemli boyutta çevre kirliliği oluşmakta ve farkında olmadan insanlar zehirlenmektedir.

 

Ekonomik koşullarda üretim için gereken bir diğer tarımsal girdi gübredir. Bitkisel üretim aşamasında topraktan alınan tüm mineraller yine doğal döngü içinde toprağa döner. Ancak çağdaş tarımda topraktan alınan mineraller çok uzaklara taşındığı için topraktan alınan organik ve inorganik maddelerin dışarı­dan toprağa verilmesi gerekmektedir. Gübreleme olarak bilinen bu uygulamada saksıda yapılan üretim dışında topraktan alınan kadar maddenin toprağa verilme olanağı yoktur. Normal olarak bitkisel üretim için gerekenden daha fazlası toprağa verilmek durumundadır. Fazla olarak verilen gübre ise yağmur ve su­lama suları ile toprağın alt katmanlarına gider ve sonuçta alıcı su kaynaklarına ulaşır. Gübrelemenin yüzey suları ve içme suları üzerine olumsuz etkileri en çok azotlu ve kısmen de fosforlu gübrelerin dengesiz bir şekilde kullanımından kaynaklanmaktadır.

 

Yanlış sulama uygulamaları sonucunda ise kullanılabilir su kaynaklarının giderek azalması, taban suyu yükselmesi, tuzluluk, gübre ve kimyasal ilaç kalıntılarının sulama suyuyla derine inmesi, sulamadan dönen suların tuz konsantrasyonlarını artırarak yer altı ve yerüstü sularına karışması, iz elementlerinin su kaynaklarında birikmesi, toprak erozyonu ve bu sulardan yararlanan canlılar üzerinde hastalıkların oluşmasına neden olmuştur. Kanalizasyon sularının arıtılmadan tarlada kullanılması önemli bir biyolojik kirlilik oluşturmaktadır.

 

Silahlanma ve Savaşlar

Bütün canlıların sağlığını olumsuz yönde etkileyen, cansız çevre varlıkları üzerinde maddi zararlar meydana getiren ve ekolojik dengenin bozulmasında etkili olan faktörlerden birisi de savaşlardır.

 

Yaşam ortamlarının ve çevrenin tahrip edilmesi, çok eskiden beri düşmanları yok etmek için bir savaş kazanma stratejisi olarak kullanılmaktadır. Oysa günümüzde dünyanın herhangi bir yerindeki çevresel tahribatın tüm dünyayı etkilediği biliniyor. Dolayısıyla savaşlar sadece kaybedenlere değil tüm insanlığa zarar veriyor.

 

Sanayileşme ve teknolojik gelişme ile birlikte savaş metot ve tekniklerinde meydana gelen gelişmeler insanlığın geleceği için büyük tehlikeler oluşturuyor. Savaşın çevresel etkileri üç aşamadan oluşuyor;

 

Savaş Hazırlığı: Silahlı güçlerin yerleşimi için çevrenin ordu gereksinimlerine göre yeniden düzenlenmesi, silah üretimi, silahların test edilmesi ve askeri tatbikatlar yoluyla çevre tahrip ediliyor. Başta havaalanları olmak üzere askeri üsler, genellikle ekolojik açıdan değerli geniş araziler gerektiriyor ve orada ne olduğuna bakılmaksızın bu yerler askeri kurumlara tahsis ediliyor ve onların isteğine göre düzenleniyor. Orduların savaşlara hazırlığı için yapılan tank harekatları, bombalama ve saldırı tatbikatları, çeşitli talim ve eğitimler sırasında da çoğunlukla gerçek silahlar kullanıldığı için ekosistem büyük ölçüde zarar görüyor. Genel olarak her türlü endüstriyel faaliyete oranla askeri endüstri çok ciddi bir kirletici kaynağı olarak biliniyor. Üretim sırasında ortaya çıkan toksik atıklar, halk sağlığı ve çevre için bir düşman tehdidinden daha büyük etki yapıyor. Günümüzde kimyasal, biyolojik, nükleer ve geleneksel silahların, üretimi, depolanması ve test edilmesi için ayrılmış milyonlarca dönüm arazi aşırı miktarda toksik kirlilik nedeniyle yeniden yeşereceği günü bekliyor.

 

Savaş: Savaş sırasında oluşan çevresel etkileri yaşanmış savaşlardan örneklerle anlatalım.

 

ABD başkanı Truman, 2. dünya savaşının daha çabuk kazanılması gerekçesi ile Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atılması kararını vermiştir. 6 Ağustos 1945’te Hiroşima ve 9 Ağustos 1945’te Nagazaki kentleri atom bombasıyla vurulmuştur. Yayılan radyoaktif serpintiler, saniyelerden daha kısa bir sürede kilometrelerce yol almıştır. Tam anlamıyla bir insanlık ve doğa kaybı yaşanmıştır. 200.000 insan yaşamını yitirmiş, milyonlarcası hatta doğmamış olanları genetik ve çevresel sorunlarla karşılaşmıştır.

 

Vietnam savaşında,  Amerikan askerlerinin Vietnamlı askerleri bulabilmek için, saklandıkları 1,5 milyon hektar (güney vietnamın %10’u) orman ve ekili alanı yok etmek için 72 milyon litre herbisit (Agent Orange) kullanmıştır. Kullanılan herbisit sonucunda tarım alanları, ormanlar, su kaynakları, yiyecekler, vahşi hayat yok edilmiş ve diğer çevresel etkilenmenin bilinmeyen boyutları bugün halen aktif olarak canlı yaşamını tehdit etmektedir.

 

Sovyet Birlikleri 1992’de eski Doğu Almanya’yı terk ederken, 1,5 milyon ton cephaneyi geri dönüş maliyetleri çok yüksek olduğu için yakmıştır. Ortaya çıkan nitrojen oksit ve civa gibi ağır metaller atmosfere yayılmıştır. Tüm Doğu Almanya topraklarının %4’u Sovyet birlikleri tarafından şiddetlice kirletilmiştir.

 

1991 körfez savaşında yakılan petrol kuyuları, 600 milyon ton petrolü tüketerek havada is, gaz ve tehlikeli kimyasallardan oluşan bir battaniye oluşturmuştur. Kara ve deniz sistemlerini etkilemiş, çıkan dumanlar bölgede güneşten gelen ışınları engellemiş ve 25 oC olan hava sıcaklığı 10 oC’ye düşmüş, petrol dumanından yayılan gazlar asit yağmurlarına ve küresel ısınmaya katkıda bulunmuştur. Koylar petrolle tıkanmış, 15 000 km2 Mezopotamya sulak alanı yok olmuştur.

 

Aslında örnekleri çoğaltmak dünyanın birçok yerinde süren savaşlar nedeniyle ne yazık ki çok kolay.

 

Savaş sonrası: Savaşlar sona erdikten sonra da insanların ve çevrenin yıkımı sürmektedir. Bir yandan savaşta ortaya çıkan yıkımın giderilmesi, yaraların sarılması kaynakları tüketirken, bir yandan da doğal kaynakların ve yaşam için gerekli olan maddelerin sağlanması süreçlerinde olumsuz etkiler ortaya çıkmaktadır. Sık olarak savaşlar sırasında tahrip olan çevreden diğer bölgelere doğru yaşanan nüfus hareketleri de bu etkilerin en önde gelen nedenleri arasındadır. Göçler, ormansız alanlar yaratılmasına, ekosisteminin zayıflatılmasına, ulusal parkların tahrip edilmesine, su kirliliğine, hijyenik sağlık ortamının bozulmasına, hava kirliliğine ve nesli tükenmekte olan türlerin yok edilmesine yol açmaktadır.

 

Tüm canlılar için gerekli olan toprak, hava, su gibi yaşamsal elementler, ormanlar, denizler her geçen gün kirlemekte ve doğal dengesi bozulmaktadır. Besin kirlilikleri, radyoaktif kirlilikler, toksik kirlenmeler, nükleer kirlenmeler, sera gazları, asit yağmurları, ormansızlaştırma, iklim değişikliği, kuraklık, afetler, ozon tabakasının incelip delinmesi, kıtlık ve yoksulluk gibi felaketlerde savaşların büyük katkısı vardır. Savaşlar varlıkların ani ve hızlı yok olmasına sebep olur.

 

Savaş bölgelerinde yaşanan çevre sorunları ister hava kirliliği, ister nehirlerin ve yer altı sularının kirlenmesi, isterse de petrol ve kimyasal madde atıklarından kaynaklanıyor olsun, kaynaklandığı ülke ile sınırlı kalmamakta çevredeki diğer ülkelere de yansımaktadır.

 

Turizm

Turizm, insanların yaşadığı yerin dışında başka bir yerin doğal güzelliklerini, geçmişte yaşanmış olan kültürel mirasını görmenin, tanımanın yanında eğlenmek ve dinlenmek için yapılan gezilerdir. İnsana özgü ve sosyal bir olay olan turizm, dünyadaki en büyük kitle hareketi olarak değerlendirilmektedir.

 

Turizmin en önemli kullanım alanı doğal varlıklardır. Günümüzde turistler, doğal varlıkların zarar gördüğü, birbirinden farklı olmayan tatil merkezlerini tercih etmemekte, doğal zenginliğe sahip yeni merkezlere ve yeni turizm çeşitlerine yönelmektedirler. Sektör gelirleri arasında büyük paya sahip olan turizmin gelecek yıllarda da bu payını devam ettireceği göz önünde tutulursa, çevreye olan duyarlılığın önemi daha açık olarak ortaya çıkacaktır.

 

Her ne kadar çevre kirliliğinin ilk suçlusu olarak gelişmekte olan sanayi sektörü belirlenmişse de, bacasız endüstri olarak tanımladığımız turizm de çevreyi olumsuz yönde etkilemektedir. Turizm, doğal varlıkların pazarlanması sırasında sağladığı ekonomik değerlere karşılık, çarpık kentleşme, kıyı bölgelerinin betonlaşması, orman yangınları, nüfus yoğunluğu, doğal çevrenin tahribi, gürültü kirliliği, toprak kirliliği, hava kirliliği ve su kirliliği gibi yarattığı sorunlarla ön plana çıkmaktadır.

 

Turizmin hızlı ve plansız gelişmesi sonucu turistik binalar ve alanlar yörelerin yoğun yapılaşmasına, büyük ölçekli tüketim eylemi nedeniyle de doğal çevrenin taşıma kapasitesini aşacak atıkların oluşmasına neden olmuştur.

 

Yoğun yapılaşma sebebiyle, hassas ekolojik alanlar olan deniz, göl ve nehir kıyıları ile orman ve tarım alanlarının turizme açılması korumasız kalan verimli toprakların erozyona uğramasına, doğal güzelliklerin kaybolmasına, bitki ve hayvan türlerinin yok olmasına,  taşıma kapasitesinin üstüne çıkılmasına ve şehir hayatından kaçan turistlerin küçük birer şehir haline dönmüş, bitki örtüsünden yoksun beton yığınları ile karşılaşmalarına neden olmuştur.

 

Turizmin çevreye verdiği diğer zararlar ise,

  • Doğal kaynak olmadıkları halde turistik çekicilik özelliğine sahip tarihi, kültürel ve sanatsal merkezlerin ziyaretler sırasında hasar görmeleri,
  • Doğada yapılan rekreasyon faaliyetleri (hiking, treking, kamping, piknik vb.) sırasında çok sık görülen ateş kullanımı dikkatsizliği ve bunun yol açtığı orman yangınları,
  • Alt yapısı bulunmadığı halde turistik özellikleri nedeni ile yaz aylarında kalabalık nüfusa sahip tatil merkezlerinden denize, göllere ve nehirlere akıtılan kanalizasyon suları ve diğer tüm atıkların oluşturduğu çevre kirliliği
  • Yat ve yolcu gemisi gibi turistik amaçlı deniz ulaşım araçlarından boşalan atıklar ve yağların deniz kirliliğine neden olması.

Turizmin gelişmesi ile aynı zamanda doğal ve beşeri kaynaklar üzerindeki yıkıcı etkilerinin önlenmesi amaçlanıyorsa, turizmin hedeflerinin daha uzun vadeli sonuçlara göre ayarlanması ve çevre unsuruna daha duyarlı gelişme yöntemleri ortaya konulmaya çalışılması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki; çevreye önem verilerek hazırlanan tüm yönetsel çalışma ve planlamalar, başlangıçta büyük gider kalemleri oluşturacak biçimde değerlendirilseler de, ülke geleceği ve doğal çevrenin korunması açısından uzun vadeli gelire dönüşeceklerdir.

 

Orman Yangınları

Orman yangınlarının etkileri, orman örtüsünün tabiatına ve yangının şiddetine bağlıdır. Orman yangınları, küçük zararlardan tutun da, ormanın hem koruyucu ve hem de iktisadi faydalarını gelecek nesillere taşıyacak şekilde tamamen tahribine kadar büyük zararlar meydana getirebilir. Orman yangınlarına %97 gibi büyük bir oranda bilerek veya bilmeyerek insanlar neden olur. Hava şartları ise yangınlarda önemli bir çevre ve tetik faktörüdür.

 

Orman yangınlarının oluşum yerlerine dikkat edecek olursak, meteorolojik şartların etkisini açıkça görebiliriz. Meteoroloji parametrelerinin yanıcı madde üzerinde meydana getirdiği nem değişimleri hem yangın riski açısından, hem de yangın çıktıktan sonra hareket yönünün belirlenmesi açısından çok büyük bir öneme sahiptir. Yakıt nemi, havanın bağıl nemi ve sıcaklığına bağlı olarak gün içerisinde değişim göstermektedir. Ülkemizdeki yangınların %83,3’ü Haziran – Ekim ayları arasında meydana gelmekte, ayrıca çıkan yangınların %32 gibi önemli bir kısmı 12:00 – 15:00 saatleri arasında yani yakıt nem kapsamının en düşük olduğu dönemde meydana gelmektedir.

 

Yangın tehlike sistemleri uygulanarak bulunan yangın tehlike riskinin bilinmesi, yangınla mücadelede büyük bir yardımcıdır. Fakat bugüne dek yurdumuzda bu konuda ciddi bir çalışma yapılmamıştır. Bunun en önemli nedenleri, ülkemiz şartlarına uygun, hassas bir sistemin oluşturulması ve uygulanması aşamalarında indeks değerlerini hesaplamada ve kalibre etmede kullanılabilecek verilerin yetersizliğidir. Orman yangınlarının genellikle, dağlık ve kırsal alanlarda ortaya çıkması ve mevcut meteoroloji şebekesinin bu alanları temsil edebilecek yeterlikte olmaması, ayrıca çok önemli bir veri olan yakıt nemi ölçümlerinin yapılmayışı da bu konuda çok büyük eksikliklerdir. Oysa gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, yangınla mücadele çalışmaları çerçevesinde dağlık alanlardaki meteorolojik verileri de yansıtacak biçimde sabit ve seyyar meteorolojik gözlem ağlarını geliştirmeliyiz.

 

Orman yangınları ile mücadelede erken müdahale esastır. Bunun için, güvenilir ve uzun vadeli özel hava tahminleri ile değişik bölgelerdeki yangın söndürme ekiplerinin, özel meteorolojik indeksler ile belirlenecek olan, yangın potansiyeli ve olasılığının yüksek olduğu yerlere önceden gönderilebilmesi ve bazı önlemlerin alınması yoluna gidilmelidir. Orman yangını esnasında, rüzgarın yönü ve şiddetindeki anlık değişimlerin meteorologlar tarafından tespit edilmesi, yangın söndürme çalışmalarını yönlendirmede hayati önem taşır. Bu nedenle noktasal rüzgar tahminleri için bilinen yangın bölgelerinin, kompleks arazi simülasyon ve model çalışmalarına da önem verilmelidir.

 

Ayrıca orman yangınları ile erken mücadele edebilmek için, ormanlara yaklaşan yıldırımlı fırtınaları takip edebilen, bunların ormanlarda çarptığı noktaları otomatik olarak belirleyip gösterebilen “Yıldırım Detektörleri” ağının, Türkiye’de de en azından Ege ve Akdeniz Bölgelerinde kurulup işletilmesi gerekir.

 

Zihniyet

Doğada bulunan her şeyi öğrenmeye çalışmak, keşfetmek, bunlardan faydalı olanları kendi istek ve arzuları dahilinde kullanmak, kıt kaynaklardan sağladıkları kazancı arttırmak insanoğlunun zihniyeti olmuştur. Bir malı en düşük maliyetle üreterek kazancını arttırmak isteyen üretici oluşan üretim atıklarını önleme veya yok etmenin çevreye sağladığı faydaları hesaba katmaktan kaçınmıştır. Böyle bir zihniyeti taşıyan insanoğlu alabildiğince sınırsız bir şekilde doğal çevreyi olumsuz olarak etkilemiştir. Bu etkilenme sanayileşmenin getirdiği kolaylıklar ve teknolojik yenilikler ile iyice yoğunlaşmıştır. Kendine yeni tarım alanları açarak daha çok üretmek, daha büyük toprağa sahip olmak isteyen insanoğlu ormanı yok etmek için önceleri balta sallamış, daha sonraları testere kullanarak biraz daha hızlanmış, teknolojinin ürünü ağaç kesme motorlarının ortaya çıkmasıyla sanki bir yok edici olmuştur.

 

Bitmez, tükenmez olarak bilinen ve de ücretsiz olarak kullanılan hava, su ve toprak gibi unsurları üretimlerinde kullanan üretim süreci zihniyeti devam ettiği sürece, yarınların bitmesine az kalmıştır.

 

Ülkemizde bugün ortaya çıkan insan kaynaklı çevre kirliliğinin temelini, bilgi edinme ve bilinçlenmede karşılaşılan eksiklikler oluşturmaktadır. Çevre bilincine sahip olmayan bir insan, yaşadığı dünyayı kendisinden sonra başkalarının da kullanacağını idrak edemez. Toplumumuzun büyük bir kısmında çevre bilincinin yeterince oluşmaması sebebiyledir ki çevre, ilgilenmeye değmeyen bir konu olarak algılanmaktadır. Bu noktada ÇEVRE EĞİTİMİ gündeme gelmektedir. Zihniyetin, çevre konusunda bilgilendirilmesi, bilinçlendirilmesi, olumlu ve kalıcı tüketim alışkanlıklarının kazandırılması, çevre sorunlarının çözümünde fertlerin aktif katılımlarının sağlanması eğitimle olabilecektir. Çevre ile ilgili konularda aktif katılım sağlayacak, olumsuzluklara karşı tepki oluşturacak, bireysel çıkarların toplumsal çıkarlardan ayrı düşünüleceği gerçeğini kavratacak bir eğitim yöntemi uygulanmalıdır. Bu eğitimde aynı zamanda çevre psikolojisi de desteklenmelidir.

 

Bütün ülkelerin ortak sorunu haline gelen çevre kirliliğini önlemek için 1972 yılında İsveç’in başkenti Stockholm kentinde 133 ülkenin katıldığı Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı yapıldı. Bu konferansta insanları çevre konusunda duyarlı hale getirebilmek için her yıl 5 Haziranda Dünya Çevre Günü olarak kutlanması kabul edildi.

 

Yukarıda sayılan olumsuzlukların önlenmesiyle çevre kirliliği büyük ölçüde önlenebilir. Bütün gayretimiz; temiz ve yaşanabilir bir dünya için…

Yeşil Kalem

Daha yeşil ve güzel bir Dünya için yola çıkan Yeşil Aşkı, herkesi Dünya’ya zarar vermeden, çevre dostu ve sürdürülebilir bir yaşama davet ediyor. Bütün gayemiz; temiz bir çevre, yaşanabilir bir dünya ve yeşil gören gözlerdir. Yeşil görmeyen gözler, Renk zevkinden mahrumdur.

blank

One thought on “Çevre Kirliliği

  • blank

    Çok güzelmiş beğendim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir