Sürdürülebilir Ekoturizm
Türkiye sahip olduğu doğal ve kültürel zenginlik açısından dünyada pek çok ülkeyi imrendirecek durumda. Ormanlar, yüksek dağlar, kıyılar, sulak alanlar, zengin tarihsel ve arkeolojik geçmişin izleri ve folklorik miras ülkemizi turizm açısından da eşsiz bir konuma getirmekte. Ekoturizm bu değerleri daha fazla insanla buluşturmayı amaçlıyor. Bunu, her şeyin tükenebileceğini göz ardı etmeden yapmaya çalışıyor.
Toplumların refahındaki artış ve özgürlüklerdeki gelişmeler, ulaşımdaki hız, konfor ve ucuzluk, turizmi insanların vazgeçilmez etkinliği haline getirmiştir. Fransız Sosyolog Andre Siegfried, turizmi “hızın ve demokrasinin çocuğu” olarak tanımlamıştır. Başka bir tanıma göre turist, keyifli anlar geçirdikten sonra ayrıldığı ülkeye ve yöre halkına hem para, hem de doğanın yıkımından bir miras bırakan insandır.
1950 yılında 25 milyon uluslararası turist 8 milyar dolarlık bir kaynağı, 2000 yılında 698 milyon uluslararası turist 476 milyarlık bir kaynağı ve 2015 yılında ise 1 milyar 133 milyon uluslararası turist 1 trilyon 245 milyar dolarlık kaynağı harekete geçirmiştir. Dünya Turizm Örgütü, bu yükselişe göre turist sayısının 2030 yılında ise 2.5 milyara çıkacağı ve toplam turist miktarının en az dörtte birinin üçüncü dünya ülkelerinde olacağı tahmin etmektedir.
Bununla birlikte, turistik seyahat hâlâ endüstrileşmiş toplumların bir ayrıcalığı olma özelliğini sürdürmekte; dünyadaki uluslararası turistlerin % 80’i yalnızca 20 ülkeden gelmektedir.
Türkiye’de turizm sektörü 1960’ların başlarında oluşmaya başlamış ancak 1980’li yıllarda önemli adımlar atılmıştır. Sahip olduğu doğal ve kültürel miras ile dünya turizm talebinin en önde gelen ülkelerinden biri olan ülkemize 1980 yılında gelen turist sayısı 1.2 milyon iken, toplam gelir 327 milyon dolardı. 2002 yılında Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçi sayısı 13.2 milyon iken, toplam gelir yaklaşık 9 milyar dolardı. 2015 yılında Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçi sayısı 41.6 milyona, gelirler ise yaklaşık 32 milyar dolara yükselmiştir.
Ekonomik açıdan bakıldığında oluşan bu pozitif büyüme, çevresel açıdan olumsuz gelişmelerin hızını ve şiddetini de arttırmıştır. Turizm büyük oranda çevre kalitesine bağlı olmasına rağmen, doğayı yok eden unsurların bir kısmı da varlığını turizme borçludur. G. Franklin “bir ülkeye gelen turist sayısı ne kadar artarsa, turizm o kadar başarılı olmuş demektir. Ancak karmaşık problemler de o ölçüde artış gösterir ve turizm için, varlığını ve başarısını borçlu olduğu özellikleri yok etme riski o denli artar” demektedir. Yine “turizmi turizm yok eder” sözü gene bu sürecin tanımlanmasında çok kullanılan bir deyimdir.
Turizm yatırımlarına gerçek anlamda yön verecek ulusal politikaların ve programların oluşturulamamış olması; son derece değerli doğal alanların, tarihsel ve arkeolojik mirasın yok olmasına neden olmuş, turizm ve çevrenin birbirini desteklemesi gerekirken, düşman kardeşler haline gelmişlerdir. Türkiye’de bu durumun oluşmasında en belirleyici rolü doğanın korunması açısından son derece olumsuz hükümler içeren 1982 tarihli ve 2634 sayılı Turizmi Teşvik Yasası oynamıştır.
Soft Turizm
1980’li yılların başlarında kitlesel turizmin çevresel değerlerde düşüşe neden olan etkilerine alternatif olarak, doğaya ve yerel kültürlere saygılı ve onları değiştirmeyen yeni uygulamalar devreye girmeye başlamıştır. Yumuşak (soft) turizm olarak da anılan bu turizm şekli için kırsal turizm, ekoturizm, yeşil turizm, doğa turizmi gibi isimler de kullanılmaktadır.
Aslında hepsi birbiri içerisinde düşünülebilen bu tanımlar arasında yaygın kabul ve kullanım göreni, ilk kez Hector Ceballos Lascuarin tarafından 1983 yılında sözü edilen “ekoturizm”dir.
Ne var ki son yıllarda olumsuz uygulamaları gündeme girip felsefesinden uzaklaşma başlayınca, ekoturizm de sorgulanmaya ve yeni alternatifler devreye sokulmaya başlandı. Örneğin ekoturizm için “sürdürülebilir” takısı kullanılsa bu sorunlar ortadan kalkabilirdi. Böylece içeriğinde zaten var olan sürdürülebilirliğe rağmen “sürdürülebilir ekoturizm” terimi de alternatiflere katılmış oldu. Sürdürülebilir ekoturizm, ekoturizmin önceki önerilerine göre örgütlenme, eğitim ve yerel planlamalara biraz daha fazla ağırlık vermekte ancak geleneksel ve dağ kültürlerine dayanan yeni turizm ürünlerinin üretilmesini önermeyi ihmal etmemektedir. Bu açıdan alternatif turizm çeşitlerinin temel eleştiri konusu olan “aslında yeni turizm pazarları üretme” yönü bu tanımda da yinelenmiş olmaktadır. Birleşmiş Milletler 2002 yılını Dünya Ekoturizm Yılı olarak ilan ederken insanlara yeni turizm hedefleri gösterme gibi bir misyonu da yerine getirmiyor muydu?
Ekoturizm ayrıca, korumadaki etkinliğine göre; aktif (daha korumacı) ve pasif katılımcıların sayısına göre; çevreci (10 kişiden az ve modern araç kullanmayanlar) ve popüler (yaygın) olarak çeşitli alt sınıflara ayrılmaktadır. Ekoturizm kapsamında değerlendirilen etkinlikler ise büyük çeşitlilik göstermektedir. Buna göre; yayla turizmi, çiftlik turizmi, botanik turizmi, yaban hayati gözlemi, kuş gözlemciliği, trekking-hiking, olta balıkçılığı ve benzeri etkinlikler ekoturizm içerisinde değerlendirilmektedir. Yamaç paraşütü, bungee-jumping, kaya tırmanışı, dağ bisikletçiliği gibi ekoturizm etkinlikleri ise kişinin kendisi ile yarış ve risk unsurlarını taşıdığı için ekoturizmden çok macera turizmi içinde değerlendirilmektedir. Zaman zaman ekoturizm içinde değerlendirilen bir diğer etkinlik olan avcılık ise, gerçekte ekoturizmin felsefi yanı ile de uyuşmadığı için bu kapsamda değerlendirilmemelidir. Peki kuramsal olarak bu kadar kusursuz ve faydalı görülen bu turizm, uygulamada teorisine ne kadar yakındır? Öyle ya, ekoturizm bir doğa turizmi formu olmasına karşın daha amaca dönük bir yapısı vardır. Oysa doğayı ve yerel halkı gözetme üzerinde yoğunlaşmalı. Bir keyif ve dinlenme aracı olan turizmden gerçekten bu kadar geniş görüşlü ve olumlu bir tavır beklenebilir mi? Ya da tanımdaki koruma düşüncesinin varlığı, gerçek anlamda koruma eylemine yansıyabilir mi?
İşte bu tanımda göz ardı edilen ya da birbirini destekleyen unsurlarmış gibi gösterilen “koruma” ve “kullanma” uygulamada ortaya çıkan en temel zıtlıktır. Bu nedenle olsa gerekir ki ekoturizmin sunumu kimilerine göre kitle turizminin olumsuz imajını düzeltmeye yönelik bir pazarlama yöntemi ya da propagandadan başka bir şey değildir. Çünkü ne olursa olsun turizm sektörü içindeki diğer alternatif yaklaşımlar gibi ekoturizm de yeni kâr alanları demektir ve ekoturizmin tanımına tam olarak uyarak kârı artırmak pek mümkün görülmemektedir. Öyleyse, birim alanda verimi yükseltmek yerine turizme açılan alanları çoğaltma kolaycılığı, yeni bir seçenek olarak arz edilmektedir. Doğa tarihçisi David Thoreau “Ben ormana inanırım. Yabanda dünyanın kurtuluşu yatar. Yaşam yabandan ibarettir. En canlı olan en yaban olandır” diyerek daha 1800’lerin ilk yarısında bozulmamışlığın önemini anlatıyordu. Şimdi ise turizm kötü imajından kurtuluşunu yabanda aramaktadır.
Ekoturizm ve Para
Ekoturizm bugün turizm endüstrisinin en hızlı büyüyen türlerinden biri olarak kabul edilmektedir. 1990’da turizmin büyüme hızı % 4 iken bu hız doğa seyahatlerinde % 10 ila % 30 arasında gerçekleşmiştir.
Bozulmamış doğal sistemlerin ve kırsal yaşamın turizm talepleri arasında ön sıraları almaya başlaması ile çoğunlukla bu kaynaklara ev sahipliği yapan gelişmekte olan ülkelerin artan küresel turizm pastasından daha fazla pay alacağı kuşkusuzdur. Bugün turizm cirosunun % 20-30’unun ekoturizm ya da onun içinde bulunduğu doğa temelli turizm tiplerine ait olduğu bilinmektedir.
Pek çok diğer fonksiyonuna ilave olarak milli parklar, hemen tüm gelişmekte olan ülkelerde turizmi desteklemede öncelikli rol oynarlar. Doğal alanlara yönelen turizm çok sayıda gelişmekte olan ülkenin ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Brezilya, Arjantin, Endonezya ve Costa Rica gibi ülkeler bozulmamış doğal alanlarının büyük bölümlerini korunan alan olarak ilan edip ekoturizm etkinlikleri ile kalkınmayı hedeflemektedir. Sadece korunan alanlara giriş ücreti olarak ödenen paraların bile önemli miktarlara ulaşmasının yanında, rehberlik başta olmak üzere konaklama, yiyecek ve geleneksel ürün satışlarından elde edilen gelirler, düşük gelirli yerel halka önemli bir maddi kaynak sağlar.
Ekoturizm faaliyetlerini ölçeklemek için kullanılabilecek en basit göstergelerden biri, korunan alan ziyaretçilerinden sağlanan gelirdir. Bu rakam Türkiye için 30 milyon dolar civarındadır. Yerel halkın kendi mal ve hizmet üretimi ile yaptığı katkılar da dahil edildiğinde oluşan kaynağın ciddi miktarlara ulaştığı, milli parkların tamamı planlandığında ise çok daha büyük rakamlar elde edileceği kolayca anlaşılabilir.
Ancak bu uygulamalar doğal kaynaklarda düşüşe neden olursa, başka bir deyişle ekoturizm doğal alanların sularını kirletir, ormanlarını azaltır ve bozar, yerel kültür ve kırsal yaşamda değişikliğe neden olursa kendi kendini tüketiyor demektir.
Bölgeleme (zonlama) ve uyulması gereken ziyaret kuralları, kaynakları koruma konusunda, korunan alanlara bazı avantajlar vermektedir. Böyle durumlarda yasal ve yönetsel açıdan iyi planlanmış ve korunmuş bir alan söz konusudur ve koruma ya da kullanıma ait tüm etkinlikler bir plana bağlı olarak yönlendirilirler.
Bu açıdan konuya yaklaşıldığında korunan alanlarda arzu edilen turizm tipini tanımlamak; park yöneticileri ile tur operatörleri arasında uygun ilişkiyi kurmak; turizm, korunan alan ve yerel halk arasında ortaklığı sağlamak; arzu edilir bir taşıma kapasitesini tesis etmek, turizm etkisini minimize edecek önlemleri almak ve izleme sistemini kurmak temel yaklaşımlar olmalıdır.
Ekoturizmin yaygın olarak korunan alanlarda yapılmasının bir nedeni buralardaki eşsiz doğal ve kültürel kaynaklar iken diğer bir nedeni de kurallar ve kısıtlamaların, her türlü faaliyetin bozucu etkilerini denetim altında tutmasıdır.
Dünyada bu gelişimin en tipik örneklerinden biri Himalayalar’da yaşanmaktadır. 1965’ten önce yılda 10 binden az turistin ziyaret ettiği Nepal’de son yıllarda artan turist sayısı ve bu turistlere yakacak odun satmak için yapılan kesimler nedeniyle ormangülleri ile kaplı tepeler çıplaklaşmış; sülün ve geyik gibi yaban hayvanlarının sayısı azalmış, atılan oksijen tüpleri ve diğer atıklar çevreyi çöp denizi haline getirmiştir.
Yayla Turizmi
Ülkemizin pek çok bölgesinde ekoturizm adıyla yola çıkmanın yaratacağı hüsranı ve ekolojik bozulmaları, doğa turizmi için pilot bölge olan Doğu Karadeniz yaylalarında görmek mümkündür. Yeterli ekoturizm ve korunan alan bilincinin olmaması, ekoturizm ve/veya turizm ana planının bulunmaması, turizm alanlarında yerel katılımcılık ve örgütlenme yetersizliği, ekoturizmin en belirgin öğelerinden olan geleneksel kültürel kaynakların korunmasına yönelik bilinç ve destekleyici önlemlerin olmaması, altyapı yatırımlarının doğal değerlerde ve görsel kalitede oluşturduğu geri döndürülemez bozulmalar, Doğu Karadeniz yaylalarında ve ülkemizin pek çok doğal alanında ekoturizmin ne yazık ki uzun erimli olmayacağını göstermektedir.
Yaylalara talebin artışına paralel olarak bu talepleri karşılamaya yönelik ticari sektörler de gelişme göstermekte; hızlı, plansız ve çirkin yapılaşma ortaya çıkmaktadır.
Ekoturizm, bazen fakir kırsal alanları canlandırmakla birlikte, başta tarım ve hayvancılık gibi etkinliklerin terk edilmesine, bunun yerine hiçbir deneyim ve bilgi sahibi olmadan otelcilik ve lokantacılık gibi işlere yönelime neden olmaktadır. Bu durum, mevcut kaynaklar için yerel halk ile turizm sektörü arasında, birincisinin zararına bir rekabete yol açmaktadır. Turizme ait planlar ve uygulamalar doğayı, yerel halkın geleneğini, gelirlerini ve geleceğini yok etmemelidir.
Türkiye sahip olduğu biyolojik çeşitlilik ve zenginlik açısından dünyada pek çok ülkeyi imrendirecek durumdadır. Ormanlar, dağlar, deltalar, kıyılar, sulak alanlar, zengin tarihsel ve arkeolojik geçmişin örnekleri ve folklorik miras ülkemizi turizm açısından da eşsiz bir konuma getirmektedir. Ancak hiçbir şey tükenmez değildir. Bu kaynakları öncelikle korumak, ekosistem sağlığını da, turizm ya da başka amaçlı yararlanmayı da sürekli kılacak yegâne yoldur. Doğa ve kültürü korumak, yaşamın kendisini korumak değil midir zaten?