Çevre Kirliliği

Ekolojik Alışveriş

İnsanlık son birkaç yüz yılda nasıl da bir “ilerleme” kaydetti..! Neler yaptı, neler keşfetti aklıyla..! Ve nasıl da görkemli bir ekonomi yarattı..! Katlar-yatlar, uzaya yolculuklar, bankalar, borsalar, bilgisayarlar, açlık, savaşlar, küresel ısınma, susuzluk, çöplükler…

 

Ne ekonomi ama! Kocaman sanal bir ekonomi!
Milyonlarca yılda oluşmuş petrol ve türevlerini sera gazlarına dönüştürerek, milyonlarca yılda oluşmuş bir sistemi anlamadan, bir yüzyıldan bile az bir zamanda -soluduğumuz havayı içeren- atmosfere saldık. Ambardaki fare gibi, insan da dünyayı tek taraflı (sadece alarak) sömürdü ve kendi türünü çoğalttı. Kaynakların tek taraflı ve bilinçsizce tüketimi sanal bir ekonomi, teknoloji, toplum, bireyler ve “sadece aklını kullanabilen” zavallı bir bilim ortaya çıkardı. Bugün ise bunların nasıl sanal, kısa vadeli ve bilinçsizce olduğunu sorgulamaya başladık. Bu sorgulamanın sonucunda başarılı bir ekonominin dün ile yarın, ben ile diğerleri arasında dengeli bir alış<=>verişe dayanması gerektiğini anladık mı acaba? Eğitimciler ve aileler bilgisayar oyunlarının çocuklar için sanal bir dünya yarattığı, onları asosyalleştirdiği ve duygusuzlaştırdığının derdine düşseler de, kendi oluşturdukları ve içinde yaşadıkları sanal dünya ve ekonominin farkında değiller.

 

Dünyayı nasıl bulduysan öyle bırak!
Ne repolardan, ne borsadan ne de büyüme hızından söz edeceğim size… Açıkçası, dünyadaki canlı yaşam elden giderken bu yüzyılda yaşanan büyüme ve gelişme beni ilgilendirmiyor. Yaşamda her şey etki ve tepki, alış ve veriş arasında gidip gelirken, hiçbir şey karşılıksız ve bedelsiz kalmıyor. “Nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak”, -ya da göreceli istek faktörünü aradan çıkarırsak- “Nasıl bulduysan öyle bırak” veya “Ne ekersen onu biçersin”… Tuvalet işletmecileri ve çiftçilerin dilinden düşmeyen ekonominin bu son derece basit kuramlarını, ne değme ekonomistler ne de politikacılar görmüyor ya da anlamazlıktan geliyor.

 

Düşünsenize bir kez… Bu dünyaya gelmemiz ve gitmemiz arasındaki her anda, ilişkimizde, eylemimizde hayata geçirmemiz gereken felsefe umumi tuvaletin kapısında yazıyor, yüzlerce yıllık kültürümüzü tarladaki çiftçi dillendiriyor…

 

Nefes almadan, nefes vermenin mümkün olmadığı gibi aksi de imkânsız… İnsanın, içinde yaşadığı sistem (dünya) ile ilişkisinde yaşadığı tek yönlü etkileşimde, yani alış<=>veriş’in dengesiz, saygısız ve sağlıksız biçimde sürdürüldüğü ilişkilerde ekoloji de çöker, ekonomi de, devletler de, toplumlar da, bireyler de… Bugün yaşadığımız ekolojik, ekonomik, toplumsal ve bireysel (psikolojik ve fiziksel) çöküş, birbirlerinden ayrı açıklanamaz. Eğer bugün gerekli adımları atmaya başlamazsak, sistem, en zayıf öğeleri olan memeli hayvanlar ve insanları eleyecek; çöküş -her zaman olduğu gibi- en zayıf ekonomiye sahip ülkelerden başlayacak ve diğerlerini de aşağı çekerek devam edecektir.

 

Dönüşüme hizmet eden alış<=>veriş
Peki bu ekonomik çöküşün nedeni ne? Burada size teorilerden, kuramlardan, ekonomi kitapları ve makalelerinden, indekslerden, borsadan, o garip inen çıkan çizgilerden söz etmeyeceğim. Size yaşamın temelinden, bütününden söz edeceğim… Sağlıklı bir ekonomi, kaynakların (insan iş gücü, madenler, toprak vs) el ve form değiştirerek (alış<=>veriş yapılarak) dönüşümü ve bu dönüşüm sırasında, sistemin, onu oluşturan tüm öğeleriyle birlikte varlığını sürdürebilmesi, hatta geliştirebilmesidir.

 

Dünyamız milyonlarca yılda bir sistem geliştirmiş; karbon ve oksijen arasında bir denklem kurmuş; gazlarla başlattığı sistemi su, kaya, liken, toprak, bitki, hayvan ve insan ile geliştirmiş! Dengeli, sağlıklı ve bütünün parçası olan öğelerin adaptasyonunu sağlayarak, üretken bir büyüme ve gelişme ivmesi yakalamış, işte size başarılı ekonomi yönetimi… Biz insanlar buna ekolojik sistem adını vermişiz. Ancak adını koyduğumuz sisteme uyum sağlayamamış, aksine onu kendimize uydurmaya çalışmışız. Vermeden almayı maharet saymışız.

 

Peki, oluşturduğumuz bu sanal alemde birer tüketim çılgını olan biz ne yapıyoruz? Bedenimize, zihnimize sigara dumanı, egzoz gazı, stres, endişe, telaş, korku, kızgınlık, acı, sağlıksız gıdalar, gürültü, zararlı dalgalar (cep telefonu, vericiler vs), kirli hava girmesine izin veriyoruz. Karşılığında ne almayı bekliyoruz? Huzur, sağlık, mutluluk, sevgi, saygı, bir tebessüm, dinamik ve kilo problemi olmayan bir beden mi?

 

Elbette ki hayır!

 

Özel sağlık sigortası, devletten sağlık güvencesi, bol ilaç, grip aşısı, TV’de reklam arası komedi, psikolog, yaşam koçu, pilates, yoga, reiki, diyetlerden ne umuyoruz? Gerçeği fark etmemek için her şeyi düşünmüşüz; bu stresli yarışa tüketim (=tükenim) çılgınlığına devam etmek için her boşluğu doldurmuşuz. Tüketimden kaynaklı sorunların çaresini gene tüketimde arıyoruz. Böylece sadece tek yönlü olan bu akış, bir süre sonra tükenişi de beraberinde getiriyor. Tüketim, tükenim oluyor. Alamadığımızda var olamıyoruz, deliriyoruz, kırıp döküyoruz, üzülüyoruz, birey-toplum ve dünyaca çöküyoruz… Maaşımızla birlikte gıdamız, toprağımız, suyumuz, havamız, ağacımız, kuşumuz, arımız da tükeniyor. Çevremizdeki her şey bizi tüketmeye çağırıyor; sokakta, gazete ve dergilerde, TV’lerde, sohbetlerde, işyerlerinde… Peki düşünün bir kez, üretime ve paylaşmaya yönelik ne kadar çağrı alıyorsunuz çevrenizden? Üretmek (vermek) yerine almaya odaklanmış bir ekonomiden de başka türlüsü beklenebilir mi?

 

Kendimizi en zayıf noktamızdan, çocuklarımızdan vuruyoruz; aşabilirsen aş, market kasalarındaki şeker-sakız-gofret surlarını… Okullar ve öğretim sistemindeki yarış yetmiyormuş gibi hafta sonları da o kurstan bu kursa gezdiriyoruz zavallı küçük insanları… “Aksi mümkün mü?” diyeceksiniz biliyorum.

 

Bırakalım ekonominin temelde eko-sisteme ve doğal kaynaklara dayandığını unutmamızı, bankaların otomatik ödemeleri, kredi kartlarının korkunç limitleri, kampanyaları ve bedavaları bize, aldığımız maaşı bile unutturdu.

 

Öyle bir tüketim toplumu olduk ki, ekolojik pazardan organik ürün alsak da “Poşetler buraya hiç yakışmamış, kese kağıdı vs. olsa” demekten ileri gidemiyor, çareyi hep alternatif tüketimde arıyoruz. Oysa ninemin yanına filesini ya da çantasını ve ihtiyaç listesini almadan alış<=>verişe çıktığını hatırlamıyorum. Poşet bedava olmasa, çöplük yanı başımızda olsa, su kaynağımız da çöplüğün altından geçse acaba bu kadar kolay tüketebilir miydik?

 

Gıdamızın nereden geldiğini, nasıl yetiştiğini, hangi mevsimin ürünleri olduğunu bilmiyoruz artık. Tohumlar değişti sanal ekonomi uğruna, mevsimler şaştı, renkler değişti tüketim adına… Öyle ki, çocuklardan bir inek resmi çizmeleri istendiğinde, çoğu mor çizer oldu…

 

Bir kampanya vardı geçtiğimiz yıllarda… “Susuz kaldık, bulaşık makinesi alın”… Diyorlar ki, bulaşık makinası daha az su tüketiyormuş. Bu iddia, tartışılır olsa da bir sonuç olabilir ancak… Asıl olana, sorunun kaynağına vurgu yapılacağına, sonuçla yani susuzlukla ilgileniyoruz. Oysa halkı tüketime yönlendirmek yerine, susuzluğun nedenleri konusunda eğitmek ve yönlendirmek gerekiyor. Bir yandan her gün fosil yakıtla giden arabamızla küresel ısınmaya katkı verirken diğer yandan suyumuz kullandığımız deterjanlarla, tükettiğimiz aletlerin üretildiği sanayilerin atıklarıyla, kışın yemekten vazgeçemediğimiz domatesi yetiştirebilmek için kullanılan tarımsal ilaçlarla kirlenmeye devam ediyor. Ve bizler bu durumu sorgulamadan kredi kartımızla bulaşık makinesi alarak çözüme ortak olduğumuzu düşünüyoruz.

 

Rahatlıyoruz! Hatta onun da en çevrecisini ya da enerji verimliliği açısından en ekonomik olanını almak için eskisini at, yenisini al kampanyalarına katılıyoruz. Bu arada bulaşık makinesi için kullanılan deterjanı, küresel ısınmanın temel nedenlerinden olan termik santrallerden gelen elektriği, termik santraller nedeniyle kaybettiğimiz ormanı, toprağı, kırsaldaki yaşamı sorgulamıyoruz…

 

Bu sanal ekonomi ve alma çılgınlığı öyle bir hal aldı ki, modayı takip etmek bir yana, cihazların mekaniğini, elektroniğini, dijitalini, daha çözünürlüklü olanını, daha hızlısını, takip edebilmek her geçen gün daha da zorlaşıyor. Peki, “Bu değirmenin suyu neyle, nasıl dönüyor,” diye sormuyoruz. Eskiden tutumlu muyduk, ekonomiden mi anlıyorduk bilmiyorum ama dikerdik, yamardık da eskileri giyerdik. Sonra milletçe zenginleşince utanır mı olduk, bilinmez, uzun yıllar giymedik o yamalıları; ama annemizin yamadığı giysinin yerine atölyelerde yamanıp satılan moda markalar kıymetli olunca, bu yamalı markaları hiç tereddüt etmeden geçirdik üstümüze… Gıda alışverişi yaparken birden kulağımıza hormonlu, yurt dışından geri geliyor çünkü zirai ilaçlı, sahte, katkılı, boyalı vs vs. fısıltıları gelmeye başladı. Neyse ki talep sağlıklı ürüne olunca çözüm kolaydı? Yoğurtlar yıllardır yediğimiz yoğurdun aynısıydı ama üzerinde birdenbire “doğal”, “natürel”, “köy ürünü”, “katkısız”, ”%100” etiketleri beliriverdi. Nasıl olsa soran soruşturan veya herhangi bir yasal düzenleme yoktu bu konuda. Yoğurt aynı yoğurt, maaş aynı maaş ama çok az insan düşünüp ulaşabildi katkısız süte yoğurt yapmak için ya da pek azı organik olanın değerini anladı.

 

Meğer bu ekonomi, ne hassas bir şeymiş de haberimiz yokmuş. Son derece zayıf, insani ve masalsı… Ne kadar korkarmışız alışverişin durmasından. Ekonomi dediğimiz o koskoca sistem, hepi topu devlet, bankalar, reel sektör, tüketici arasında sanal bir döngüden başka bir şey değilmiş aslında. Nasıl da kısır (üretkenlikten uzak) ve zavallı bir döngü ki tek bir noktada/yerde başlamış gibi görünen kriz bütün dünyayı etkiliyor? Birkaç yatırım bankası batar, yardım paketleri bankalara aktarılır, güvensizliğe kapılan halk paraları bankalardan çekmek ister, bankalar paralar gitmesin diye faizleri arttırır, artan faizler ve yardım paketleri devletin bütçesini zorlar, eğitim, sağlık vs bütçeleri azalır, memur maaşları yetersiz kalır, bankalar kendilerini korumak için kredi vermekten korkup, tüketici tedbirli davranıp, satın almaktan korkunca reel sektör küçülür, üretim düşer, işten çıkarmalar ve işsizlik başlar, işsizlik başlayınca alım gücü iyice zorlanır, bu kısır döngü içinde sanal ekonomi bir bütün olarak çöker. Ekonomik kriz, sosyal krizi tetikler, çöküş her boyutta yaşanmaya başlanır.

 

Oysa bu sanal ekonominin de, çöküşünün de asıl nedeni içinde yaşadığımız sistemi, onun içindeki üretken, geliştiren ve sürdürülebilir olan etki=tepki mekanizmalarını ve aralarındaki dengeleri, sistemlerin kaldırma kapasitelerini, kısacası bu dünyayı ve ekosistemi bir bütün olarak algılayamayışımızdan. Unutmamamız gereken bir şey var. Her sorun çaresini de içinde barındırır, yeter ki biz asıl olanı görmek için başımızı çıkaralım TV’lerden, gazetelerden, alışveriş merkezlerinden, beton duvarların arasından. Her hastalık, her kriz bir iyileşme talebidir aslında. Bu kriz ya da çöküş de iyileşmek ve doğayla uyumlu bir yaşam için, ekolojik ekonomi için bir fırsat olabilir.

 

Eğer hâlâ başlamadıysanız sorgulamaya ve bu yazı sizde tükettiklerinizi gözden geçirme ihtiyacı uyandırdıysa bunda sonraki ilk alışverişinizden itibaren, “gerçekte neyi alıp ne verdiğinizi” sorgulayabilirsiniz. Alış<=>veriş’te olduğu gibi üretim<=>tüketim de dengeli olmalı ve üretim kaynaklarının sürdürülebilir kullanımı esasına dayanmalı. Kriz bize bir kez daha gösterdi ki, asıl olan topraktır, havadır, sudur, ağaçtır, balıktır, kuştur, insandır… para ve piyasalar değil.

 

Amerika kıtasındaki yerlilerin işaret ettiği beyaz adamın artık sadece sömürgeciler değil, hep vermeden almaya çalışan 21. yüzyılın tüketicisi olduğunu anlamanın zamanı çokta gelmedi mi sizce? “Son ağaç kesildiğinde, son nehir kirlendiğinde, son balık öldüğünde beyaz adam paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacak”..

 

Satın Almadan Yaşayabilir misiniz?

Her yıl Kasım ayının son haftası “Hiç Bir Şey Satın Almama Günü” kutlanıyor. Tüketim çarkından sıyrılıp derin bir nefes almak için insanları hayata döndürmeye davet eden sadece yirmi dört saatlik bir dilim. Bir nevi harcama yapmayarak tüketimden “arınma” fırsatı!

 

Bu yıl “Hiç Bir Şey Satın Almama Günü” 28 Kasım Cumartesi günü. Harcama yapmadan bir gün nasıl mı geçer? Sanatsal yönünüzü ifade eden projeler yaparak, ailemizdeki çocuklarla oynayarak, uzun bir yürüyüşe çıkarak, bir dosta mektup yazarak ya da sadece hiç bir şey yapmayarak… Ve bunların tümü bedava!

Yeşil Kalem

Daha yeşil ve güzel bir Dünya için yola çıkan Yeşil Aşkı, herkesi Dünya’ya zarar vermeden, çevre dostu ve sürdürülebilir bir yaşama davet ediyor. Bütün gayemiz; temiz bir çevre, yaşanabilir bir dünya ve yeşil gören gözlerdir. Yeşil görmeyen gözler, Renk zevkinden mahrumdur.

blank

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir