Nükleer Enerji Santrali Olmalı mı Olmamalı mı?
SAN DIEGO, California’nın 90 km kuzeyindeki OLDMAN’S Sörf noktasından güneşlenenler, her biri 52 metre yükseklikte bir çift küre görüyor. Bu tuhaf manzara San Onofre Nükleer Enerji Santrali’ne ait. İlk reaktörü 1968’de devreye girdiğinden bu yana tesis milyonlarca kişiye güç sağladı. Ancak, çelik ve betondan yapılmış bu küreler artık bir sorun teşkil ediyor. Çünkü içlerinde, artık kimsenin bir işine yaramayacak binlerce ton radyoaktif yakıt bulunuyor. 2012’de gerçekleşen küçük bir radyasyon sızıntısı, reaktörlerden birini kapanmaya zorladı. Yönetmeliklere uygun biçimde, geri kalan reaktörü düşük güçte çalıştırmaktansa, santralin operatörü Southern California Edison tüm tesisi kapatma kararı aldı. Bu yıl, ABD’de şimdiye dek girişilmiş en büyük ve en masraflı nükleer servisten çıkarma projesinin bir parçası olarak, bu kubbelerin sökümüne başlanacak. İlk devre dışı bırakma işleminin 10 yıl sürmesi, 700.000 ton altyapının parçalanıp Utah, Texas ve Arizona’daki gömme noktalarına taşınması gerekiyor. Tesisteki en radyoaktif şey olan yaklaşık 1.450 ton harcanmış uranyum 235 ise araziyi mezar taşı gibi süsleyecek olan çelik ve beton koruyucuların içine hapsedilecek ve yerinde korunacak.
Mezar taşı, ABD’nin nükleer enerji tutkusunda sonunun başlangıcı gibi görünen bu durum için uygun bir benzetme. San Onofre şu anda ABD’de hizmet dışı bırakma aşamasında olan 19 atom santralinden biri. ABD’de geriye kalan 99 reaktörün de yaklaşık üçte birlik kısmı önümüzdeki on ya da yirmi yıl içinde kapatılabilir. Bazılarındaysa bu süre uzatılabilir. Fakat tüm dünyada nükleer enerjinin ipini çeken üç şey yüzünden, reaktörlerin çoğu kalıcı olarak kapatılabilir: ucuz doğal gazın rekabeti; rüzgâr ve güneş gücünün giderek ucuzlaması; radyasyonun serbest kaldığı kazalardan duyulan korku.
Kâr amacı gütmeyen ve iklimsel değişimle mücadele için düşük karbonlu enerjilere geçişi savunan Clean Air Task Force’un (Temiz Hava Görev Gücü) yöneticisi Armond Cohen, “Nükleer enerji sektörü ABD’de bir hayli kötü durumda” diyor. Maliyet aşımları ve gecikmeler, Güney Carolina ve Georgia’da inşası süren az sayıda nükleer santrali de köstekledi. Öyle olmasa bile, Cohen, nükleer enerjinin şu anda ekonomik biçimden anlamsız olduğu görüşünde. “Dünyanın en verimli reaktörünü üretseniz bile, bir sıkıştırılmış gaz tesisinin yanından geçemez.”
Durum sadece ABD’de böyle sanılmasın; bir dizi diğer ülke de nükleer tesislerin fişini çekmeye hazırlanıyor. Enerjisinin %13’ünü sekiz adet reaktörden elde eden Almanya, 2022’ye kadar bunların hepsini kapatmaya söz verdi. İsviçre, enerjisinin %40’unu elde ettiği beş reaktörünü kapatacak. Enerjisinin %75’ini atom santrallerine borçlu olan Fransa ise tüketimi 2025’e kadar %50 düşürmeye söz verdiyse de, Kasım ayında kendi kendine bu sözden caydı. Sebebi de, karbonsuz nükleer enerjiden uzaklaşınca ülkenin iklimsel değişim hedeflerini yerine getiremeyeceğinden ya da elektrik kesintilerinin artacağından korkmasıydı. Bazı ülkelerse nükleer bir geleceğe doğru hızla yol alıyor. Çin, kömüre karşı giderek artan bağımlılığından kurtulmak için daha alternatif yakıtlara başvurma politikası izliyor. Çin’in 2017’de 38 gigawatt olan nükleer kapasitesinin 2030’a kadar 150 gigawatt’a çıkması planlanıyor. İnşaatı süren 20 yeni reaktörün (toplamda 37 reaktör var zaten) altısını Rusya, altısını Hindistan, üçünü de Güney Kore yapıyor.
Çin, özellikle de dünyanın onlarca yıldır kullanmakta olduğundan daha hesaplı, daha verimli ve daha güvenli çalışacağı söylenen yeni reaktör tasarımlarının peşinde. Günümüzde en yaygın kullanılan reaktörler hafif su reaktörü adıyla biliniyor. Su, katı nükleer yakıtı soğutuyor, açığa çıkan buhar da türbinleri döndürüyor. Bu sistemin alternatiflerinden biri küçük modüler reaktör adını taşıyor ve hafif su reaktörünün hem çabuk hem de ucuza inşa edilebilen bir türevi. Bir diğeriyse yakıtı soğutmak için erimiş tuzlardan yararlanan ve daha az atık üreten erimiş tuz reaktörü.
ABD nükleer güçten uzaklaşadursun, eleştirmenler hem güvenli hem de karbon yaymayan bu elektrik kaynağından vazgeçilmemesi için uyarıda bulunuyor. Sonuçta temiz güç uğruna fosil yakıtı alışkanlıklarından vazgeçmek isteyen ülkeler için, sıfır karbon salımı çok önemli. Obama hükümetinin eski enerji müsteşarı ve nükleer fizikçi olan Ernest Moniz geçtiğimiz Temmuz’da bu ikazı yaptı. Bir enerji ve güvenlik zirvesinde, nükleeri terk etmenin hem sera gazı emisyonsuz güçten mahrum bırakarak hem de ulusal güvenlik çıkarlarını zayıflatarak ABD’yi çevresel ve stratejik tehditlere açık hale getireceğini söyledi.
Bunu hiç şüphesiz atom mühendisleri ve teknisyenlerin nükleer enerjiye aç ülkelere göçü izleyecek.
Buradaki tarihsel ironi gözden kaçacak gibi değil. ABD nükleer çağı Almanya, Macaristan ve İtalya’dan gelen bilim insanları sayesinde başlatmıştı. Nükleer enerjinin korkunç gücünü 2. Dünya Savaşı’nda Japonya üstünde gösterdikten sonra ABD ordusu ve ticari araştırmacılar bu teknolojiyi kullanma yolları aramaya başladılar. İlk başarılardan biri, neredeyse sonsuza dek suyun altında yol alabilen nükleer denizaltılardı. Denizaltılardaki reaktör tasarımı çok geçmeden bugün kullandığımız hafif su reaktörlerinin temelini oluşturdu. Sorun şu ki bu reaktör tasarımlarının bazılarındaki uranyum yüksek sıcaklıkta oluyor ve aşırı ısınmayı önlemek için muazzam miktarda su gerekiyor. Herhangi bir şey, örneğin bir doğal afet, santralin güvenlik sistemini devre dışı bırakırsa reaktör çekirdeği eriyebilir ve çevreye radyasyon saçabilir.
Soğuk Savaş sonrası nükleer furyada ABD’nin ve Avrupa’nın her yanına yüzlerce hafif su reaktörü inşa edildi. Santrallerin sayısıyla birlikte kamuoyunun korkusu da arttı ve 1970’lere gelindiğinde The China Syndrome gibi filmler bir şeyler yolunda gitmezse yaşanacak dehşeti konu almaya başladı. Filmin 1979’da vizyona girmesinden birkaç hafta geçmişti ki, korkulan başa geldi. 28 Mart’ta Harrisburg, Pennsylvania civarındaki Three Mile Island’da gelen kısmi erime ABD’yi sarstı. 1986’da Rusya’da, Çernobil’deki santralin patlaması ve ardından yaklaşık 233.000 kilometrekarelik alanın radyasyonla kirlenmesi halkın fikrini daha da pekiştirdi. Bardağı taşıran son damla da 2011’de gerçekleşen 9.0 büyüklüğündeki deprem ve ardından gelen tsunaminin Japonya’da, Fukuşima’daki üç reaktörün çekirdeğinin erimesine yol açmasıydı. Bu ender ama etkili kazalar halkın fikrini değiştirmeye yeterliydi ama ucuz doğal gaza erişim, seçimi daha da kolaylaştırdı. Bir zamanlar nükleeri bağrına basan dünyanın büyük kısmı şimdi yüzlerce devre dışı bırakılmış reaktörle, üstünde çelik ve betondan devlerin, kullanılmış nükleer yakıtın yattığı dönümlerce araziyi temizlemekle uğraşıyor. Bu devlerin ortadan kaldırılması 222 milyar dolar hacimli bir sektör oluşturdu.
Bir nükleer güç santralini sökmek karmaşık bir iş ve bu alanda uzmanlaşmış şirketlerle ve işçilerle çalışmayı gerektiriyor. San Onofre özelinde ise bu firma merkezi Utah’ta olan AECOM ve Los Angeles merkezli EnergySolutions gibi.
4,4 milyar dolarlık proje, denize bakan, dar, 35 hektarlık arazinin büyük kısmını temizlemeyi planlıyor. İşçiler daha şimdiden tesisin kullanılmış yakıtını içi çelik astarlı soğutma havuzlarına taşıdılar bile. Burada birkaç yıl yatan yakıt 73 çelik kaba aktarılacak, oradan da kubbelerin yanı başında yer alan, 8 metre yükseklikteki monolitlere taşınacak.
Pasifik Okyanusu’ndan yalnızca 38 metre uzaklıktaki bu depo, deniz seviyesinden 9 metre yükseklikteki bir duvarın ardında. Kıyıya ve 80 kilometre çapındaki alanda 8 milyon kişinin yaşaması, bu atıkların uzaklaştırılmasını isteyen bir sürü insan demek. Geçtiğimiz Nisan ayında koruyucu kıyafet giymiş, elinde sörf tahtası taşıyan protestocular San Diego’da yürüyüş yapıp nükleer atıkların kaldırılması talebinde bulundular. Enerji şirketi de atıktan kurtulmak istiyor ama şimdilik güvenli biçimde saklamak zorunda. San Onofre’nin baş nükleer sorumlusu ve başkan yardımcısı, kuru kap (dry cask) adıyla bilinen bu depolama sisteminin uçak kazasına, tsunamiye hatta 7,4 büyüklüğündeki bir depremdeki zemin ivmesine dayanmak üzere tasarlandığını söylüyor.
İşçiler teoride bu kapları bundan sonra hep kalacakları yere taşıyabilirler fakat ABD’de şu an böyle bir yer bulunmuyor. Enerji Bakanlığı harcanmış ticari nükleer yakıtı alıp sabit bir noktada tutmaya yasal olarak mecbur. Fakat Başkan Obama’nın, Nevada’nın Yucca Dağı’nda ticari ve askeri nükleer atık depolama tasarılarını iptal etmesinden bu yana hükümet kalıcı bir depolama alanı hazırlamadı. Geçtiğimiz Ağustos ayında Nükleer Düzenleme Komisyonu, bu siteyi nihayet açmak için gereken çalışmalara tekrar döneceğini açıkladı. Bu arada, ülkede depolanan
nükleer atık miktarı 70.000 ton civarında.
San Onofre’deki işçiler harcanmış yakıtı kuru kap depolamasına yerleştirecek, ardından bina ve ofisleri yıkacak. Öncelikle uzaktan kumandalı sualtı araçları boş reaktörlerin içindeki radyoaktif çeliği kesip parçalayacak. İşçiler bu materyalin bir kısmını inşaat alanında, daha sonra atık yakıtla birlikte ortadan kaldırılmak üzere depolayacak. Toplamı 700.000 metreküpü aşan inşaat demiri, beton ve tesisatın radyasyon bulaşmamış %75’lik kısmını çelik kaplara koyup Güneybatı’ya yollayacaklar.
Düşük radyasyonlu molozlar yük vagonlarıyla özel çöplüklere taşınacak. EnergySolutions bu molozun bir kısmını Clive, Utah’taki kendi çöl tesislerine götürecek ve işçiler bunları kalın kil, çakıl ve kaya katmanlarının altına gömecek.
Dünyanın her yanından enerji şirketleri reaktörleri devre dışı bıraktıkça bu nükleer mezarların sayısı gitgide çoğalacak. Yenilenebilir enerji nükleer enerjinin yerini almadıkça, fosil yakıtıyla çalışan santrallerin yaydığı karbon havayı dolduracak. San Onofre 2012’de kapatılınca doğal gazla çalışan elektrik santralleri devreye girdi ve takip eden 12 ay içinde atmosfere 9 milyon ton karbondioksit saldı.
Doğal gazın ve rüzgâr – güneş enerji üretiminin finansal baskısına karşılık, Cohen ABD’nin nükleer enerjiye bir
şans daha tanıması gerektiğinde ısrar ediyor. “Yeni teknolojiler yolda” diyor. “Bu, eski nesil nükleer sanayii değil. Başarısız olabilir, ileride gereksiz de kalabilir; ama denemeye değer.” Ne var ki şimdilik hayır diyenler çoğunlukta.
Kaynak: MARY BETH GRIGGS (Popular Science)