Erozyon
Dünyamızın en ürkütücü erozyon (toprak aşınımı) tablolarının yer aldığı Çin’in Sarı Irmak boylarında gök kararıp şimşekler çakmaya başladığı zaman, sarı benizli insan, büyük bir korku ve yılgınlık içinde başını göğe kaldırır ve bir ağıt gibi “yağmur yine acılı mı yağacak, bize yine gözyaşı mı getirecek?” diye yakınır. Düşecek yağmuru, ardından gelecek sel, taşkın, heyelan gibi felaketleri korkuyla bekler…
“Doğal felaket” denince ilk akla gelen ülkelerden bir diğeri de Bangladeş’tir. Bu ülkede de seller ve taşkınlar eksik olmaz, zaman zaman binler, hatta on binlerle ifade edilen büyük can kayıpları ile karşılaşılır. Bangladeş, arazi kullanımının kendi kontrolünde olmadığı Yüksek Himalayalar’dan koparak gelen Brahmaputra ve Ganj nehirlerinin deltasını ülke edinmiş olmasının, belli mevsimlerde bardaktan boşanırcasına düşen muson yağmurlarının ve Hint Okyanusu’ndan gelen tayfunların coğrafi talihsizliğini yaşar…
Platon, Criticas’ında eski Atina toprakları için “Eski haliyle karşılaştırıldığında toprağımız, hastalıktan çürümüş birinin iskeletine benzemektedir; tombul ve yumuşak taraflar gitmiş, geriye çıplak bir ceset/leş kalmıştır” der. Platon, günümüz dünyasını ve özellikle de ormansızlaşmanın, çölleşmenin, erozyonun pençesine düşmüş ülkelerini görseydi ne derdi acaba?
ABD Tarım Bakanlığı’nın yayını olan 1232 sayfalık Soil and Men (Toprak ve İnsan) adlı tarım yıllığı (1938), bir “çalınan at” hikâyesiyle başlar:
Adamın biri, bir sabah kalktığı zaman ahırdaki atını yerinde bulamaz. Ahırın kilidi kırılmış, kapısı açılarak gözü gibi sevdiği atı çalınmıştır. Atın sahibi üzüntüsünden günlerce uyuyamaz ve kendi kendine, “niçin birkaç dolara kıyıp da daha sağlam bir kilit alarak ahırın kapısını daha güvenli bir şekilde kilitlemedim” diye hayıflanır durur. Nihayet iyi bir kilit alır, ahırın kapısını sağlamlaştırır ve yeni bir at alır. Ama aldığı yeni at, hiç de eskisi gibi değildir… İşte toprak da böyledir; üstelik yerine yenisini koymak da mümkün değildir. Aynı kitap şöyle devam eder:
“Evet, ABD topraklarının şu anki durumu bu hikâyeye benziyor; onlarca yılın ihmali ve yaygın tahribatlar sonucu koruyucu yeşil örtüden yoksun kalan verimli ülke toprakları, su ve rüzgâr etkisiyle akıp gitmekte… Son yıllardaki ekonomik çöküntü, çiftçilerin gözlerini toprağa ve erozyon olayına çevirmesine neden olmuştur. Eski Roma İmparatorluğu’nda bütün yollar Roma’ya çıkardı. Tarımda da şimdi bütün yollar toprağa çıkmaktadır…”
İsterseniz söze, çölleşme ve erozyon terimlerini tanıtmakla başlayalım. Çölleşme, kısaca bir yaşam ortamının olumsuz insan girişimleri sonucu biyolojik üretim gücünü kaybetmesi, doğal dengesinin bozularak yaşam koşullarının gerilemesi olayıdır. Örneğin, ilk birkaç yılın ürün artışına aldanarak Aydın’ın Söke Ovası’nda veya Çukurova’da ya da Harran’da, topraklarımızı tuz yönünden zengin su ile bolca sularsak 3-5 yıl sonra birinci sınıf arazilerimizin tuzlulaşarak artık eskisi gibi ürün veremez hale geldiğini görürüz; ya da bilgisizce aşırı gübre kullanarak bir süre sonra yine topraklarımızın tuzlulaştığını fark ederiz; hatta her türlü sıvı ve katı atığımızı bir akarsuya veya Haliç’te, İzmit ve İzmir körfezlerinde olduğu gibi denize verir, bir süre sonra da o akarsu, göl veya denizin yaşam yönünden kuruduğunu, dolayısıyla “çölleştiğini” acıyla anlarız. Erozyon ise, toprakların su (yağmur) ve rüzgâr etkisi ile aşınması, taşınması olayıdır. “Beyaz insan” Amerika’ya yerleşirken o ülkenin sadece yerli insanlarına zarar vermekle kalmadı, büyük doğa yıkımlarına da neden oldu. ABD’de 19’uncu yüzyılda “altına hücum” olayı gibi bir de “toprağa hücum” olayı yaşandı. Ormanlar kırılıp geçirildi, engin otlaklar sürülerek hızla tarım alanlarına dönüştürüldü. Ne var ki, hemen o yüzyılın sonu gelmeden doğa öcünü almaya, seller, taşkınlar, heyelanlar ve korkunç toz bulutları ülkeyi kasıp kavurmaya, dolayısıyla çok ağır faturaları bir bir Amerikan insanının önüne koymaya başladı. Rüzgâr erozyonu sonucu düzlüklerinden kopup gelen yoğun toz bulutları, kentleri, kasabaları, tarım arazilerini felaket bölgelerine çevirdi. John Steinbeck’ in Gazap Üzümleri romanı, bir anlamda Oklahoma’da yaşanan benzer acıların hikayesidir. 1934 yılı Mayıs’ının ikinci haftasında kopan bir fırtına, bu düzlüklerden 350 milyon ton toprağı toz bulutu haline getirdi ve 11 Mayıs günü New York şehrinin üzerini, 12 milyon ton veya kişi başına 2 kg. toprak düşecek şekilde bir toz örtüsüyle kapladı.
Toz fırtınaları, yüzlerce kilometre ötelerde pek çok yerleşim birimini etkilemeye ve su erozyonu da yaşamı ciddi boyutlarda tehdit etmeye başlayınca ABD’de erozyon ve erozyonla mücadele kavramları toplumun gündemine oturuverdi. Hemen o yıllarda (1935’te) “Toprak Koruma Servisi” (Soil Conservation Service) kurularak erozyonla etkin bir şekilde mücadele çalışmalarına girişildi. Dolayısıyla dünya genelinde erozyon sözcüğünün ve erozyonla mücadele çalışmalarının yaygınlaşmasında ABD öncü rol oynadı. Bizde ise benzer çalışmalara 1955’lerde bir taraftan Prof. Dr. Orhan Yamanlar’ın EİE’de, DSİ’de ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nde yapmış olduğu yoğun çabalarla, diğer taraftan da değerli meslek büyüğümüz Kemal Aşk’ın Tokat/Behzat Deresi’nde gerçekleştirdiği çok başarılı uygulamalarla başlandı.
Ülkemiz biyoçeşitlilik ve bitki coğrafyası Oklahoma ve Colorado açısından dünyanın en zengin bölgelerinden birini oluşturuyor. Türkiye, üç farklı flora ana yayılış bölgesinin, Akdeniz, Avrupa-Sibirya ve İran-Turan bölgelerinin kesiştiği bir coğrafyada yer alır. Dört ana, toplam 23 adet iklim bölgesine sahip oluşumuz, bu biyoçeşitliliğin ve aynı zamanda ekolojik zenginliğin esas nedenidir.
Bugün Türkiye’nin yaklaşık 14 katı büyüklüğe sahip olan Avrupa, kıta olarak toplam 11 bin 557 bitki türüne sahip ve bunun sadece 2 bin 650’si endemiktir. Türkiye ise bugün son araştırmaların rakamlarına göre 10 bin 660 türe sahiptir ve bunun 3 bin 500 kadarı endemiktir. Ayrıca bu rakamlara her yıl 15-20 kadar yeni tür ilave olmaktadır. Avrupa’da 725 civarında ağaç, ağaççık ve çalı türü var iken, Türkiye’de bu sayı 456’dır.
Ormanca çok zengin de olsa bazı ülkeler tür yönünden gayet fakirdir. Örneğin Finlandiya topraklarının %76’sı ormanlarla kaplı olmasına rağmen, bu ormanlar yalnızca sarıçam, Avrupa ladini ve huş gibi 3 türden oluşmaktadır. Ülkemizde ise 5-6 tür çamı, 4 tür göknarı, 8 tür ardıcı, 18 tür meşeyi, 18 tür akçaağacı, 6 tür ıhlamuru ve daha başkalarını, alt alta yazmamız; Zonguldak/Yenice-Çitdere ve Kavaklı ormanlarında küçük bir vadide 100’e yakın türü bir arada görmemiz mümkündür. Ne var ki, 18’inci yüzyıldan beri Avrupalı botanikçilerin de yoğun dikkatini çeken bu doğal zenginliğin değeri pek bilinmedi, geçmişten bu yana Anadolu’nun yeşil örtüleri büyük yıkımlara uğradı. Yazılı tarihi İÖ 5 bin 500’lere kadar uzanan Anadolu’da çeşitli uygarlıklar doğup batarken, başta savaşlar olmak üzere pek çok siyasi ve sosyoekonomik çalkantılar meydana geldi, bundan doğa da nasibini aldı. Heredot’tan bu yana Anadolu’nun bir “meşe denizi” olarak bilinmesine karşın, bugün ülke olarak “harap” bir orman tablosu ile karşı karşıyayız.
Bugün ülkemiz 20.7 milyon hektar genişliğinde (alan olarak %26.6 oranında) bir orman varlığına sahip. Maalesef bunun da %49’u (10.2 milyon hektarı) “bozuk-çok bozuk” yapıdadır. Verimli ormanlardan yılda ancak 12.5 milyon metreküp civarında bir ürün elde edilmekte, ülke odun arz açığının kapatılabilmesi için 1984’ten beri dışarıdan önemli miktarda hammadde ithalatına başvurulmakta. 1994 yılında 3 milyar dolara yakın bir para ödeyerek dışarıdan 2.7 milyon metreküp odun hammaddesi ithal ettik…
Bir taraftan tarla edinme ve yerleşme amacı ile açmalar, aşırı faydalanmalar, otlatmalar, orman yangınları, endüstrilerin neden olduğu orman ölümleri ve yanlış politik kararlar ormanları geriletirken, diğer taraftan da aşırı otlatmalar, ilkel hayvancılık, otlak alanlarının sürülerek tarıma açılması ve yer yer yerleşmelerle işgali, ayrıca tarım yapılan alanlarda erozyona karşı herhangi bir önlem alınmaması, sonuçta Türkiye’yi erozyonun pençesine düşürmüştür. Örneğin 1935’te 44 milyon hektar olduğu bilinen mera alanlarımız, bugün 21.7 milyon hektara kadar gerilemiştir.
Bugün ülkemiz, erozyonun her tür ve şiddetinin görüldüğü bir “canlı erozyon müzesi” ya da “erozyon mezarlığı” görünümündedir. Her yıl 1.2-1.4 milyar ton verimli ülke toprağı erozyon sonucu akarsularla denizlere, göllere, baraj göllerine ve benzeri kapalı havzalara sürüklenmektedir. Dünyadan erozyon sonucu bir yılda kaybedilen toprak miktarının 23.5-25 milyar ton olduğu, buna karşın Türkiye’nin alanının dünya kara yüzeyinin ancak 1/192’sine eşit bulunduğu hatırlanırsa, olayın korkunç boyutu daha kolay kavranır…
Anadolu’da yaşanan ormansızlaşma ve ardından gelen erozyon, sel, taşkın, heyelan ve benzeri olaylar, yıllardan beri Batılı bilim adamlarının da dikkatlerini çekiyor; ormanlar ve diğer bitkilerin insanlarca yok edilmesi sonucu verimli bir ülkenin yüzyıllarca sürecek bir kuraklığa ve çoraklığa nasıl mahkûm edildiğine örnek olarak Anadolu gösteriliyor. Bugün Türkiye topraklarının %79.43’ünde orta, şiddetli ve çok şiddetli derecede erozyon hüküm sürüyor.
Erozyon, eğimli arazilerde –orman ve mera gibi– sürekli yeşil örtülerin kaybı sonucu ortaya çıkan bir olaydır. Ülkemizde 24 saatte 350-470 mm arası çok şiddetli “erozif” ve “katastrofik” özellikte yağışlar alınabiliyor. Kısa süreli sağanak yağışlar bile pek çok yerde önemli zararlara neden oluyor. Dolayısıyla yeşil örtüden yoksun çıplak bir yamaç araziye düşen yağış, yağmur damlaları ile toprağı bir anlamda “bombardıman” ederek dövmekte, kısa sürede yüzeysel akışa geçerek toprakla birlikte önüne gelen her şeyi sürükleyip götürmekte, çok defa da sel, taşkın, heyelan gibi felaketlere neden olmakta. Örneğin 10 mm/saat şiddetindeki bir yağmur, 2 mm çapındaki damlalar halinde, 1 hektarlık araziyi 25 milyar adet yağmur damlası ile döver.
Türkiye’de yaygın olan erozyon çeşidi su (yağmur) erozyonudur. Mevcut erozyon arasında rüzgâr erozyonunun payı %0.65 oranındadır. Rüzgâr erozyonu daha çok sahil kumullarımız (Adana/Akyatan, Tarsus/Turan Emeksiz, Antalya/Kadriye-Belek, Fethiye/Kumluova ve Ovagelmiş, İstanbul/Terkos vb.) ile Konya/Karapınar, Kayseri/İncesu, Niğde/Aksaray ve Iğdır/Aralık gibi kara içi kumullarından oluşur. Yine genelde olumsuz insan girişimleri sonucu bitki örtüsünden yoksun kalan ve kum, toz elemanlarınca zengin olan topraklar, hâkim rüzgâr etkisi ile hareket ederek verimli tarım alanlarını, yerleşim merkezlerini, yolları, su kanallarını, İstanbul’da Terkos’ta olduğu gibi bir gölü, hatta Patara’da olduğu gibi örenyerlerini istila ederek çevreye büyük zarar verebilirler.
Erozyon olayının çok önemli diğer bir yönü de yağış ve akarsuların taşıyarak getirdiği toprakların yüzlerce trilyona mal olan barajlarımızın tabanında birikerek bu önemli stratejik yatırımların ekonomik ömürlerini kısaltmaları olayıdır. Genelde ekonomik ömrü 100 yıl olarak hesap edilen bazı barajlar 15-20 yıla varmadan (Karamanlı’ da 13, Altınapa’da 10, Kartalkaya’da 19, Kemer’de 22 yılda) dolabilmektedir.
Baraj havzalarımızın pek çoğu maalesef toprağı koruyucu ve su rejimini düzenleyici bitki örtüsünden yoksundur. Keban Baraj Havzası’nda uydu görüntülerine dayalı olarak yapılan bir etütte, 311 bin hektar genişliğe sahip yakın su havzasında toprakların %91’inde değişik şiddette erozyonun hüküm sürdüğü, tüm yamaç arazilerinin hemen hemen ormandan yoksun bulunduğu, 134 bin hektar genişliğindeki mera alanlarının sadece %3.62’sinin verimlilik yönünden “orta mera” denebilecek bir özellikte olduğu anlaşıldı.
Anadolu bozkırlarını gezerken pek çok yerde tek tek alıç veya ahlat ağaçlarına, bazen tek bir meşeye veya çama rastlarız. Bunlar, bu alanların bir zamanlar orman olduğunun canlı şahitleridir. Anadolu’nun yine pek çok il, ilçe veya beldesinde tarihleri çok eskilere kadar giden tümü ahşap malzemeden yapılmış pek çok camiye rastlanır. Örnek olarak Afyon’un ve Eskişehir/Sivrihisar’ın 13. yüzyılda Selçuklular döneminde inşa edilmiş Ulucamileri, ayrıca Ankara’nın Aslanhane Camisi, tamamen zamanın çevre ormanlarından temin edilmiş ahşap malzemeden yapılmıştır. Bunlar da güçlü karaçam, sarıçam, sedir ve ardıç ormanlarının bir süre öncelerine kadar Anadolu içlerine ne denli sokulduklarının diğer tanıklarıdır.
Erozyon, ülkemizde “göç veren” bir olaydır aynı zamanda. Kırsalda, erozyon sonucu topraklarını kaybeden, dereleri pınarları kuruyan insanlar, sonunda kendilerini göç yollarına, iş ve aş ümidi ile büyük metropoller çevresine atmaktalar. Bu arada, yine erozyon ve onun getirdiği yoksulluğa bağlı olarak ülkemizde terk edilmiş pek çok köye de rastlanır.
Ülkemizde ormansızlaşmanın ve erozyonun gerisinde yatan temel nedenlerden biri de “kıl keçisi”dir. Bugün ormanlarımızda ve ormana bitişik alanlarda 19 bin köyde 8.5 milyon insanımız ve 10 milyon civarında da keçi yaşamaktadır. Bu keçiler başta Akdeniz, Ege ve İç Anadolu’ya geçiş kuşağında olmak üzere, sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar ormanlarda ve makilik alanlarda otlamakta, bu ilkel hayvancılık da ormanlara son derece büyük zararlar vermektedir. İçinde en az 10 milyon keçinin yaşadığı bir ormanı sağlıklı bir yapıya kavuşturmak mümkün değildir. Tarihi kalıntılar, Anadolu doğasının milattan önceki dönemlerden beri keçiden hayli çektiğini göstermektedir.
Evliya Çelebi, ünlü Seyahatname’sinde Kayseri’den Elazığ’a doğru gelirken yol üzerindeki Pınarbaşı için “Öyle ağaçlık ve çiçeklik bir yerdir ki, sanki İsfahan bağlarıdır. Gül, sümbül, zerrin, nergis, menekşe ve tutyası insanın ayakları altına serilir. Ağaçlardan boyları göğe yükseldiğinden gölgelerine sığınanlara güneş etki etmez…” demektedir. Sarıçam ormanlarının dünyadaki yayılışının en güney sınırını oluşturan ve aslında çok daha özenle korunması gereken bu bölgede, Pınarbaşı ve çevresinde sarıçamların değil, tüm yeşil örtülerin ne durumda olduğu bugün ortadadır.