Çölleşme Kanserli Bir Hücre Gibidir
Çöl dediğimizde insanın aklına ilk olarak kum tepelerinin oluştuğu, üzerinden deve kervanlarının geçtiği, sarı, kızıl ve kahverenginin birbirine karıştığı uçsuz bucaksız bir coğrafya gelir. Biraz doğruluk payı olsa da bu imge, ucuz Hollywood filmlerinin ve günümüzdeki bilimsellikten uzak iletişim bombardımanının insan zihnine yerleştirdiği bir imgedir. Çünkü yeryüzünde yalnız kum çölü yoktur. Birçok çöl tipi vardır. Çöller, tuzlu normal toprak, taşlık, kayalık veya buz çölleri biçiminde de olabilir. Bir başka deyişle çöller, “organik yaşamın tüm boyutları ile gerilediği” ortamlardır.
Bugün çöller ve çölleşme yarası almış bölgeler, tıpkı kanserli bir hücre gibi, sinsice yayılma eğilimindedir. Günümüzde gelişmekte olan 103 ülke, çölleşme tehdidi ile karşı karşıya. Önemsemeyebilirsiniz ama sorun, yeryüzünde 1 milyar insanın yaşamını ve geleceğini tehlikeye sokuyor. Dolayısıyla bu ülkeler ve insanlarla ilişkideki diğer ülkeleri ve insanları da…
Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), çölleşmenin dünyadaki yıllık maliyetini 42 milyar dolar olarak hesaplıyor. Bu maddi kaybın ötesinde çölleşmeden etkilenen toplumlar için açlık, yoksulluk, göç ve hastalıklar da kaçınılmaz sonuç olarak karşımıza çıkıyor.
Çölleşme, küresel ısınma ve biyolojik zenginliğin kaybı gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Toprağın uygun olmayan yöntemler ile kullanılması, sanayi faaliyetleri, ormansızlaşma, bitki örtüsünün yok edilmesi, bütün kıtalarda çölleşmeye yol açıyor ve bu süreci hızlandırıyor.
Bu nedenle, çölleşme ve kuraklık, dünya ülkelerinin büyük bir bölümünde küresel mücadele ve işbirliğini zorunlu kılmakta. Bu zorunluluktan yola çıkan Birleşmiş Milletler, sorunu ilk defa 1977 yılında Nairobi’de yapılan Çölleşme Konferansı’nda global ölçekte ele aldı ve dünya gündemine taşıdı.
“Toprak aşınması” olarak da tanımlanan erozyon ise, bugün dünyada çölleşmenin en önemli nedeni. Toprağın aşınmasını önleyen bitki örtüsünün yok edilmesi sonucu koruyucu örtüden yoksun kalan toprak, su ve rüzgar etkisiyle aşınıp taşınıyor.
Erozyon olayının temelinde insan unsuru ve onun doğaya, ormanlara ve otlaklara karşı olan olumsuz davranışları yatmakta. Dünyamız her yıl 7 milyon hektardan daha fazla, yani yaklaşık İrlanda büyüklüğünde bir alanı erozyonla kaybediyor. Türkiye topraklarının da %85’inde orta, şiddetli ve çok şiddetli erozyon hüküm sürüyor. Bu da 63 milyon hektar genişliğinde bir alan anlamına gelmekte. Son yıllarda hemen hemen her yağıştan sonra görülen sel, taşkın, toprak kayması ve çığ olayları, bu boyutta yaşanan erozyonun sadece bir sonucu. Bugün erozyon ile kaybettiğimiz topraklar Türkiye’yi yakın bir gelecekte baştan başa çöle dönüştürecek boyutta. Türkiye’nin toprak kaybının yılda 1 milyar 400 milyon ton olduğu tahmin ediliyor. Oysa bilimsel verilere göre 1 cm toprağın oluşması için 300 ile 1000 yılın geçmesi gerekiyor.
Vaktiyle bütün dünyada 8.8 milyar hektar olduğu tahmin edilen ormanların bugün üçte birinden fazlası insani nedenlerle yok edildi. Bugün karaların ancak üçte birinin ormanlarla kaplı olduğu belirtiliyor. Dünyamız saatte 3000 dönüm, dakikada 50 dönüm orman alanını her gecen gün biraz daha artan bir hızla kaybediyor. Bu tahminlere göre dünyamızdan her yıl 22-23 milyon hektar orman alanı eksilmekte. Gelecek yüzyılda, gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanların yarısından fazlası yakacak odun bulamayacak. UNEP Yetkililerince hazırlanmış raporlara göre tropikal ormanların %80’inin 2030 yılında ortadan kalkacağı tahmin ediliyor.
Anadolu Yarımadası’nın ise milattan önce 10.000 yıllarında %72’si ormanlarla kaplıydı. Bugün bu oran %22’ye inmiş durumda. Bunun tam aksine, Anadolu Yarımadası’nda o tarihlerde %17 olan step alanı, bugün %35’e yükseldi.
Hititlere ait kültür varlıklarından ve Asur kitabelerinden bugün step olan İç Anadolu’nun vaktiyle ormanlarla kaplı olduğunu, Van yöresinde günümüzden 3500 yıl önce “saz toplulukları kadar sık ormanların bulunduğunu” öğreniyoruz.
Ormanlarımızı bugün de ne yazık ki, orman yangınlarıyla, orman alanlarından tarla ve yerleşme amacı ile açmalarla, aşırı ve kanunsuz faydalanmalarla her geçen gün artan oranda kaybediyoruz.
Türkiye nüfusunun tarımla uğraşan %45’i milli gelirden %15 gibi küçük bir pay alıp fakirlik içinde yaşıyor. Bu kısım, çok düşük üretim yapıyor ve milli gelire çok az katkıda bulunuyor. Tarımın üretim gücü giderek artacak yerde düşüyor. Her yıl yapılan yatırımlardan tarıma ayrılan pay giderek azalıyor. Tarımsal üretim nüfus kadar artamıyor. Türkiye’de, özellikle son yüzyılda, tarım toprakları bir yandan hızlı nüfus artışı, teknolojik gelişme, endüstriyel yaygınlaşma ve bir yandan da bilinçsiz kullanım ve ona bağlı olarak ortaya çıkan erozyon, tarımsal amaç dışı kullanımlar, çoraklaşma ve kirlenme nedeniyle giderek daralmakta.
2050’li yıllarda suyun petrol kadar, hatta daha önemli stratejik bir madde olacağı kesinleşti. Kar ve yağmur sularıyla birlikte toprak da erozyon nedeniyle boşa akıp gitmekte. Oysa kar ve yağmur sularımızın boşa akıp gitmesi önlenerek doğal su kaynaklarına indirilmesi, depolanması ve bu kaynakların düzenli ve sürekli beslenmesi gerekmekte. Ancak bu, bitki örtüsü ve toprak olmadan mümkün değil. Bitki örtüsünün ortadan kalkması ise bilindiği gibi erozyonun en önemli nedeni.
Erozyon ile birlikte akarsularla sürüklenen topraklar bir taraftan denizlere ve göllere taşınırken diğer taraftan da baraj göllerinde birikmekte. Böylece trilyonlarca masrafla inşa edilen, sulama ve enerji amaçlı bu yapıların ekonomik ömürleri iyice kısaltmakta. Küçük bir göl olan Tortum Gölü’ne yılda ortalama 2.5 milyon ton alüvyon (bereketli üst toprak) gelmekte ve her yıl gölün 15-20 metrelik bir bölümü kara haline dönüşmekte. 1936 yılında işletmeye açılan Ankara Çubuk 1 Barajı da bu şekilde dolmuş durumda. Fırat Nehri üzerinde havzadan aşağıya doğru Keban, Karakaya ve Atatürk barajları yer alıyor. Bu barajlara Fırat Nehri ile onun küçüklü büyüklü yan kollarından ve yamaç arazilerden her yağıştan sonra önemli miktarda toprak taşınıyor. Keban’ın işletmeye alındığı 1974 yılından günümüze kadar geçen sürede baraj tabanında en az 693 milyon ton toprak birikmiş olduğu hesap ediliyor.
Erozyonun neden olduğu en büyük zarar, oluşması için binlerce yıl gereken canlı örtü toprağı yok etmesi. Aşırı ve düzensiz otlatma nedeniyle meraların kaybı, hayvancılıkla temin edilecek büyük istihdam ve gelirden mahrumiyetle eşanlamlı. 1982-1992 yılları arasında hayvansal ürünlerde ihracatımız 3 kat azalırken, ithalatımız 250 kat arttı.
Tarım alanları ve meraların verimsizleşmesi, hem büyük sosyo-ekonomik sıkıntılar yaratıyor, hem de kentlere göçe neden oluyor. Jeolojik dengelerin ve iklimin bozulması ile doğal varlıkların kaybını da unutmamak gerekiyor.
Erozyon ve çölleşmenin tamamen sosyo-ekonomik bir olay olduğu konusunda hemen hemen bütün dünya görüş birliği içerisinde. Uzmanların görüş birliği içerisinde olduğu diğer bir konu da, dünyanın her köşesinde yaşanan ve biz Türk’lerin Orta Asya’dan göçüne de neden olan büyük göçlerin geçmişte yaşanan nüfus patlamaları arasındaki sıkı ilişkidir. Uzmanlar, uygarlıkların çöküşünün daima bir nüfus patlaması ile birlikte yaşandığına dikkat çekiyorlar.
Nitekim bugün ülkemizde yaşanan yaygın erozyon ve çölleşme ile yine ülkemizin bir gerçeği olan aşırı nüfus artışı ve kırsal kesimlerden büyük şehirlere doğru yaşanan göç arasında da sıkı bir ilişki olduğu açık. Bugün ülkemizde köylerden kentlere göç edenlerin sayısı 12 milyon 600 bindir. Çölleşme nedeniyle köylümüz sık sık ürün alamama ya da verim azalmasıyla karşılaşıyor. Bu da gelirinin azalması ve ailesi için daha az besin anlamına geliyor. Topraklarında iş olanaklarını kaybeden bu insanlar, her şeylerini geride bırakarak büyük şehirlere göç etmeye başlıyorlar. Oysa büyük şehirde onları daha kötü yaşam koşullan ve işsizlik bekliyor.
Doğal zenginliklerin korunması ve geliştirilmesi için, erozyonla mücadelenin hükümetlere göre değişmeyen bir devlet politikası haline gelmesi birinci koşul. Ayrıca sorunun çözümü için, teknik ve bilimsel yönden yeterli bir kadronun görevlendirilmesi ve donatılması güçlü mali kaynağın tahsisi gerekmekte. Toprağı ve merayı aşırı ve düzensiz kullanan, bitki örtüsünü tahrip eden vatandaşın bu konuda çağdaş bilince kavuşturulması da son derece önemli. Vatandaşı, milletvekillinden yasal tavizlerle, seçim aflarıyla bu tahribi kolaylaştırmasını istemek yerine, alternatif geçim sahaları talep edecek bilince getirmek, kaçınılmaz hale gelmiş durumda. Maden ocaklarında, yol ve su yapılarında, erozyona meydan vermemek üzere önceden gerekli önlemlerin alınması gerekiyor. Erozyonun gerçek durumunu ve hızını en son teknik yöntemlerle tespit etmek ve buna göre çeşitli çözümler oluşturmak; aktif mücadele için havza bazında entegre çalışma yapmak üzere, gerekli bütün imkan ve yetkilerle donatılmış bir tek otoriteyi öngören yasayı çıkarmak gerekiyor. Her şeyden önce bu sorunun ülkemizin en önemli sorunlarından biri olduğunu bilmek ve bir vatandaş olarak buna sahip çıkmak gerekiyor .