Büyüme Hedefi Doğayı Kendine Yakıt Yaptı
Dünyanın 19. yüzyıldan sonra yaşadığı değişimler doğayı, olanaklarından yararlanmamız, engellerinin ise hakkından gelmemiz gereken bir “şey”e dönüştürdü. Ucu bize dokunmadıkça bir canlının soyunun tükenmesine tepki vermiyoruz. Oysa evrenden silinen her canlı küçük bir kıyamet meydana getiriyor.
Her insan bir ağaç tepesinde uyur. Tedirginlik veren bir durumdur bu, uykularımız ağaçtan düşmenin korkusuyla gölgelenir. Bazen rüyalarımızda düştüğümüzü görürüz. Tutunacak bir şey yoktur, ayaklarımız boştadır, zemin hızla bize yaklaşmaktadır. Derken sıçrayıp uyanırız, yatağımızda olduğumuzu görüp rahatlarız. Ama tekrar uykuya daldığımızda yine o ağaçtayızdır. Ve düşme korkusu yine belirir.
Ara sıra bizi ziyaret eden bu kâbustan Jack London “Adem’den Önce” romanında bahsediyordu. Bu korku atalarımızdan devraldığımız bir mirastır romana göre. Düşme olasılığı sürekli ve yoğun bir endişe olarak ağaçlarda uyuyan ilk insanların içine öyle yerleşmişti ki türümüz buna karşı hâlâ tetiktedir. Romanın kahramanı ise iki kişilikli bir adamdır. Aslında bir modern çağ insanıdır ama rüyalarında tarih öncesi atalarımızdan birinin hayatını yaşar. Meyve toplar, ırmakta yüzer, yırtıcı hayvanlardan kaçar. Bu iki yaşam birbirinden çok farklıdır elbette. Ama türümüz açısından ne ve kim olduğumuzla ilgili küçük bir ayrıntı, bir düşünce iki adamı yer yer birbirine bağlar.
Günümüzde doğadan uzak yaşıyoruz. Çevremizle aramıza giren bu mesafe mekânsal olduğu kadar zihinseldir de. Doğa artık uzak bir memleket gibidir. Geriye sadece dalları arasında uyuduğumuz bir ağaç kaldı. Düşlerimizde büyüyen, uyanık halimizin haberdar olmadığı bir ağaç.
Çevre niçin sosyolojinin ilgi alanına girmeli? Bu soruyu sosyolog Anthony Giddens soruyor ve yine kendisi yanıtlıyor: Çevre üzerindeki etkimizin kökleri toplumdur ve sonuçlarının çoğu da toplumsaldır. Bu tür bir bağlantı şimdiye kadar genellikle gözden kaçtı. Doğayla ilişkimizin teknik bir mesele olduğu, bilim adamları, teknisyenler ve çevre gönüllülerin ilgi alanına girdiği düşünüldü. Oysa insanoğlu doğanın yaratıklarından biri değil mi? Doğal çevremiz sosyolojinin ilgi alanına girmeyecek de ne olacak?
Doğaya bakışımızda sanayi devrimi ve hızlı kentleşmeden sonra radikal bir dönüşüm oldu, “biz” ve “doğa” ayrımı belirdi. Çevremiz, olanaklarından yararlanmamız, engellerinin ise hakkından gelmemiz gereken bir “şey”e dönüştü. Sürekli ekonomik büyüme hedefi birçok şey gibi doğayı da kendine yakıt yaptı. Artık doğa da ekonomik açıdan faydalı olan ve olmayan yönlerine göre değerlendiriliyor. Böyle bir anlam kayması bizi çok ciddi sonuçlarla karşı karşıya bırakabilir. Bir bitkinin ya da hayvanın soyunun tükenmesine bir zayiat, gelişme için katlanılabilecek bir kayıp olarak bakmak mümkün mü? Bu soruya birileri bizim adımıza yanıt verdi ve “mümkün” dedi.
Evimizden çok uzaktaki tarlalarda yetişen ürünleri yiyoruz. Yüzlerce kilometre uzaktaki bir barajın elektriğini kullanıyoruz. Böyle olmaması gerektiği konusunda ısrar etmek şu devirde gerçekçi olmaz elbette. Ama bunun dezavantajlarını da iyi belirlemek gerekir. Bu tür dolaylı ve uzun mesafeler aşan ilişkiler bazı şeyleri, örneğin sorumluluk hissini gözden kaçırmamıza neden olabilir. Hele kültürel anlamda da bu tür mesafeler oluşturuyorsak işler iyice zorlaşır. Yoksa bir canlının soyunun tükenmesinin kötü bir şey olduğuna nasıl ikna edilebiliriz? Oysa bu durum bir “küçük kıyamet”tir. Düşünün, bir canlı evrenden siliniyor. Her şey var, ama o yok. Bir tür kıyamet değil mi bu? Peki modern insanın buradaki yanıtı “ama bunun bana zararı yok” mu olacak?
Dünyanın 19. yüzyıldan sonra yaşadığı süreçlerin ortak adı olarak modernizm, bireyi ve toplumu daha öncekilere hiç benzemeyen koşullarla karşı karşıya bıraktı. Bu dönemle birlikte doğa, insan faaliyetlerinin yoğun baskısı altında kalmaya başladı ve insanla ilişkisi içerik değiştirdi. Bu hareketli yılların düşünür ve sanatçılarını incelersek doğanın sesinin giderek kısıldığını, bir özleme dönüştüğünü görürüz. Son yirmi yıldır ise adeta bir “tüketim devrimi” yaşıyoruz. 20. yüzyılın ikinci yarısında naylon kullanımı beş kat, hava yoluyla seyahat 33 kat arttı. Sosyolog Anthony Giddens işte bundan bahsediyor. Ekolojik bir felaketin eşiğine geldiğimizi, bunu göz önüne almadan yaşam biçimlerimize dair hiçbir yeni fikrin üretilemeyeceğini söylüyor.
Günümüzde çevre sorunları üzerinde -en azından geçmişe kıyasla- çokça duruluyor. İyi niyetli ve anlamlı çabalar gerçekten az değil. Ama bu tartışma günlük hayatımıza ne kadar giriyor? Kimse “doğa önemsizdir, yiyip bitirelim” demez elbette. Ancak doğal çevre çoğumuz için bizden “dışarıda” bir nesne, sadece korunması gereken bir güzellik olarak kalmaya devam ettiği sürece, oluşturduğumuz kıyımın da sonu gelmez.
Önceki yüzyıllarda doğa, insanların düşünce dünyası üzerinde büyük etkiye sahipti ve her türlü felsefi arayışın önemli ayaklarından birini oluşturuyordu. Arap bilgini İbni Haldun, doğa gözlemlerinden çok çarpıcı ve onu bu konuda ilklerden biri yapan sonuçlar çıkarmıştır. İbni Haldun (1332-1406 yılları arasında yaşadı) doğanın sürekli değiştiğini, hiçbir şeyin sabit kalmadığını görmüştü. Ona göre değişme, Yaratıcı’nın bütün varlıklar için koyduğu bir yasaydı. Tarihe de böyle bakmamız gerektiğini söyledi ve tarih alanında olayları anlatmak yerine olayları düşünmek gerektiğini ileri sürdü. Yazar Orhan Hançerlioğlu’na göre İbni Haldun tarih felsefesinin ve “İlmi Ümran” adını verdiği sosyolojinin temellerini atmış sayılabilir.
İnsanın ihtiyaçlarıyla doğanın potansiyellerini uzlaştırmak gerçekten zor. Ama bilim ve teknolojinin zorunlu olarak doğayı tahrip edeceği de koca bir yanılgı. Sorun bizim bilim ve teknolojiyi kullanma biçimlerimizde ve ilerleme anlayışımızda. İnsanın yıkıcı doğduğu, doğası gereği doğa düşmanı olduğu da yanlış. Bu anlayış bizi sadece “öyleyse tüketmeye devam edelim” sonucuna götürür.
Dikkuyruklarla ilgili bir tartışma, doğayla ilişkimizin nasıl da çetrefilleştiğine örnek olabilir. Dikkuyruk (Oxyura leucocephala) Avrupa’dan Pakistan’a uzanan geniş bir coğrafyada yaşıyor ve Türkiye bu kuşun en önemli yaşam alanlarına sahip. Bir süre önce onun çok yakın akrabası Amerikan dikkuyruğu (Oxyura jamaikensis) Avrupa’daki hayvanat bahçelerine getirildi ama kaçmayı başararak İngiltere ve İspanya’daki doğal yaşam ortamlarına yayıldı. Yerli dikkuyruklarla rekabet etmeye, sayılarını azaltmaya başladı. Uzmanlar çare olarak jamaikensis’in sayısının kontrol edilmesi gerektiğine karar verdiler. Daha açıkçası bu Amerikalı tür “doğa korumacı avcı timleri” tarafından vurulacaktı.
Sebep mantıklı gibi görünüyor. Nadir bir yerli türün kurtarılması için yabancı türün bir şekilde devreden çıkarılması gerekiyor. Ama bu durumdan Amerikan dikkuyruğu sorumlu değil. İnsanın hatası, neden başka bir canlının hayatına mal olmalı? Yakında bu yabancı buraya da gelebilir ve Anadolu dikkuyruklarının soyunu tehlikeye sokabilir. O zaman biz ne düşüneceğiz? Üzerlerinde mecburen bir kontrol kurmamız gerektiğini mi, yoksa kararı doğaya bırakmayı mı?
Doğa ise bu tür sorular yaratmaz. Oysa dünyada neden olduğumuz değişiklikler, bizi üzerimize düşmeyen konularda kararlar vermek zorunda bırakıyor. Ama el sürmeyi başaramadığımız bir şey hâlâ var: Bir ağaç düşlerimize girip bize kim ve ne olduğumuzu hatırlatmayı sürdürüyor. İnsan var oldukça o da var olacak. Ama nasıl bir doğada yükseleceği biraz da bizim rüyaları gerçekleştirebilme yeteneğimize bağlı.