Temiz Enerji

Önce Enerji mi Önce Çevre mi?

İklim değişikliği ile mücadeleye yönelik olarak imzalanan ilk anlaşma 1992 yılında yapılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesidir. Atmosferdeki sera gazı yoğunluğunun, iklime tehlikeli etki yapmayacak seviyelerde dengede kalmasını sağlamak üzere Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içerisinde yer alan Kyoto Protokolü imzalanmıştır. Kyoto Protokolü, şu anda 199 ülkeyi kapsamaktadır. Kyoto Protokolünde yer alan kimi ülkeler, karbondioksit ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salımını azaltmaya veya bunu yapamıyorlarsa emisyon ticareti yoluyla haklarını artırmaya söz vermişlerdir.

 

Ancak dünya ülkelerinin %99’unun imza altına aldığı, bununla birlikte özellikle gelişmiş ülkelerce üzerinde durulması gereken bu önemli konuya sadece dünya nüfusunun %15’inin önem vermesi; başta enerji yatırımları olmak üzere tüm sektör yatırımlarının çevreye karşı mı yoksa çevreyle birlikte mi yapıldığı hakkında insanları düşündürmektedir.

 

Enerji kaynaklarında %70’in üzerinde dışa bağımlı olan ülkemizin, petrolde %93, doğal gazda %98 gibi çok yüksek oranlarda dış ülkelere bağımlı kalması; enerji kaynağı arayışlarında hem yerli kaynak olan kömüre hem de alternatif kaynak olan yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmesini sağlamıştır. Farklı enerji kaynaklarından yararlanmak zorunda olan Türkiye, gelişmekte olan ülkeler içerisinde yer aldığından, enerji yatırımlarına da hız vermek zorundadır. Yatırımların sonucunda çevreye özen gösterilmediği ve kimi zaman ise çevre faktörünün tamamen göz ardı edilebildiği görülmüştür. Dünya Enerji Konseyince hazırlanan Sürdürülebilirlik Endeksine göre: 93 ülke arasında, enerji sektöründeki uygulamaların çevreye etkisi yani çevre duyarlılığı açısından 2011 yılında 69. sırada olan Türkiye, 2012 yılında 84. sıraya gerilemiştir. Gelişmiş ülkeler gibi ülkemiz de yatırımlarından ve kalkınmasından vazgeçmemektedir. Yatırımlar yoğun bir şekilde yapılırken çevre faktörü de göz ardı edilmemesi gereken bir konu olarak ulusal ve uluslararası gündemin üst sıralarında yerini almaktadır.

 

Adaletin Olmadığı Yer – Enerji Dünyası

20. yüzyılın sonunda dünyanın en zengin %20 nüfusuyla, en fakir %20‘nin arasındaki gelir ve refah farkı 1/59 olarak hesaplanmıştır. Bu oran 1980‘de 1/45, 1970’de 1/32 ve 1960’da 1/30’du. Her geçen yıl zengin ve fakir bölgeler arasındaki gelir farkı giderek artmaktadır. Bununla birlikte yaşamın devamı için gerekli olan önceliklerin (enerji, su, hava, toprak vb.) gelir ve refah seviyesinin düşük olduğu bölgelerdeki yokluğu; açlık, kıtlık, hastalıklar ve dünya savaşlarının çoğalmasına sebep olmaktadır. Dünya ekonomilerine yön veren süper güçlerin (Amerika, Çin, OECD, AB vb.) enerji dünyasındaki kıyasıya rekabetleri ve tüm insanlığı etkileyebilecek çevresel konulara yeterince önem vermemeleri sonucu, adaletten yoksun, yaşama saygısız ve çevreye duyarsız bir neslin bizi beklediğini söylemek çok da fazla abartılı bir söylem olmayacaktır.

 

Dünyada karbon salımının büyük bir bölümüne sebep olan ABD ve Çin gibi gelişmiş ülkelerin, uluslararası anlaşma ve protokollere kısmen taraf olması veya azaltım taahhütlerinden sürekli imtina etmeleri, ayrıca tüm bunlara ek olarak yüksek karbon içeren yatırımlarına da hız vermeleri, enerji ve çevre dünyasındaki adaletsizliği gözler önüne sermektedir.

 

Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada atmosfere salınan sera gazlarının büyük çoğunluğu enerji sektöründen kaynaklanmaktadır. 1800’lü yıllarda ilk üretimine başlanan petrol ve petrol ürünlerinin kullanımı yaklaşık 200 yıldır devam etmektedir. Ülkelerin fosil kaynaklı yakıtların kullanımından vazgeçmeleri bugün mümkün görülmemektedir. Bugün olduğu gibi uzun bir müddet, dünya bu kaynakları kullanmaya mecburdur. Ancak gelişmiş ülkelerin petrol ve petrol türevlerini kullanmaya devam ederek, yatırımlarını yapmaları sonucunda tüm insanlığın bir bedel ödemesi ise kaçınılmazdır.

 

Bir enerji kaynağının yerini diğer bir enerji kaynağının alması tarih boyunca hep tekerrür etmiştir. Günümüz dünyasında kömür ve petrol gibi yakıtların yerini daha çok yine bir petrol türevi olan fosil kaynaklı doğalgaz ve nükleer enerji almıştır. Konvansiyonel yöntemlerle çıkarılan doğalgaz kullanımının tüm dünyada yaygınlaşmasından sonra yerine ikame edilebilecek olan kaya gazı, şu an enerji dünyasına hızlı bir giriş yapmaktadır. ABD gibi enerji kaynaklarında ithalatçı bir konumda olan gelişmiş ülkeler, ithalat oranlarını düşürmek için yoğun bir şekilde kaya gazı üretimine başladılar. Ancak konvansiyonel yöntemlerin aksine hidrolik darbe metodu ile çıkarılmaya çalışılan bu yeni enerji kaynağının çevreye olan zararları nedeniyle insanlık yine tehlikelere maruz kalabilmektedir. İçme sularına verdiği zararlar ve deprem riski oluşturabilmeleri nedeniyle birçok ülkede yasaklanan, bazı ülkelerde ise çalışmaları durdurulan kaya gazının, tüm bunlara rağmen üretilen ve kullanılan diğer fosil kaynaklar gibi enerji dünyasında yerini alacağından kimsenin şüphesi yoktur.

 

Enerjide arz güvenliği sorunu, iklim değişikliği gibi önemli bir konuyu gündemden uzaklaştırmaktadır. Türkiye gibi AB ülkeleri de enerjide büyük oranda dışa bağımlıdırlar. AB ülkeleri dışa bağımlılık oranlarını düşürmek ve enerji de farklı kaynaklara yöneldiğini göstermek için kömüre ağırlık vermeye başladılar. Örneğin, Polonya elektrik ihtiyacının %90’ından fazlasını karşılamak için kömürden yararlanıyor. Ülke, AB’nin karbondioksit emisyonu hedeflerinin daha da yükseltilmesi yolunda yapılan tekliflerin önünü kesmiş durumda. 26 Avrupa Birliği ülkesi, 2030 yılı için yeni bir politika hazırlığı olarak sera gazı emisyonlarının azaltım hedefinin %20’den %30’a çıkarılması için çalışırken, başka bir taraftan kömüre destek verilmesinin istenmesi AB’nin tüm planlarını bozmaktadır.

 

Yıllarca verilen sübvansiyonlarla yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelen Birlik üyeleri, son yıllarda içine düştükleri ekonomik kriz sonrası farklı kaynaklara yönelmeye başlamak zorunda kalmaktadırlar. Çünkü sübvansiyonlarla gelişimini sürdüren yenilenebilir enerjinin geleceği, ülkelerin ekonomik zenginliğine bağlı olmakta, neticede söz konusu sübvansiyonlarda ki çok küçük oranlardaki oynamalar bile enerji de ibreleri tamamen değiştirebilmektedir.

 

Önce Enerji mi Önce Çevre mi?

Ülkemizin cari açığının büyük bir bölümü enerji sektöründen kaynaklanmaktadır. 2011 yılı enerji ithalatı 54 milyarken, 2012 yılı toplam ithalat miktarı olan 236.5 milyar doların 60.1 milyar doları enerji ithalatına ayrılmıştır. 2012 yılında gerçekleşen 46.9 milyar dolar olan cari açıkta enerji önemli bir paya sahip olmuştur. Petrol ve petrol türevlerine olan ilginin, ülkemizin enerjide hem dışa bağımlı olmasını sağlamakta, hem de cari açığın yükselerek ekonomik dengeleri değiştirmesine sebep olmaktadır.

 

EPDK verilerine göre: 2012 yılında doğal gaz kaynaklı lisans alıp yatırımları süren santrallerin kurulu gücü 17.263,20 MVV’dır. Başvuru, inceleme-değerlendirme ve uygun bulma aşamasındaki santrallerin kurulu gücü ise 33.158,25 MVV’dır. Bu santrallerin de lisans alması durumunda, lisans alıp yatırımı sürenlerle birlikte toplam 50.421,45 MW kapasite ile, bugünkü toplam kurulu gücün %90’ına yakın miktarda ilave doğal gaz santralinin kurulacağı belirtilmektedir. % 98 oranında dışa bağımlı olduğumuz doğal gaza gösterilen bu ilginin çevresel bir risk getirmediği ancak ülke ekonomisine de bir külfet getirdiği bilinmektedir. Ancak doğal gaz yerine kömür kullanımını artırma durumunda ise iş dönüp dolaşıp tamamen çevre üzerinde kalmaktadır.

 

Başta enerji olmak üzere diğer sektör yatırımlarındaki hızlı artışlar beraberinde büyük çevresel sorunları getirmiştir. Neticede bu sorunları minimize edecek veya ortadan kaldıracak hukuki kuralların ortaya konma zorunluluğu oluşmuştur. Bu alanda en öne çıkan kural; herhangi bir projenin veya yatırımın çevre üzerindeki etkilerini belirlemek için 40-50 yıl öncesinde ABD ve AB ülkelerince başlatılan, ülkemizin ise 90’lı yılların ortalarına doğru uygulamaya koyduğu Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED)’dir.

 

Hem Kamu tarafının hem de piyasa tarafının en çok zorlandığı çevresel konuların başında gelen ÇED, çoğu zaman şirketler ile halkı karşı karşıya getirebilmektedir. Ülkemizin Karadeniz bölgesinde yapılan hidrolik santrallerinin doğaya, kıyı kesimlerinde yapılan rüzgâr santrallerinin kuşlara ve diğer canlılara, daha çok iç kesimlerde yapılan termik santrallerinin havaya ve tabiata zarar verebilmeleri sonucu; bu kaynaklarla yapılacak olan enerji santrallerinin çevresel raporlarının hazırlanmasındaki güçlüğünü daha net göstermektedir. Ancak enerji arz güvenliği için yapılması gerekli olan söz konusu yatırımların, mümkün olduğu kadar çevreye az zarar vermesi ve çevresel riskleri minimize etmesi için hem Kamu tarafına, hem özel sermaye tarafına hem de bölgede yaşayan halka sorumluluklar düşmektedir.

 

2001 yılından itibaren, enerji sektöründe serbest piyasaya geçiş yapılarak, “daha kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreye uyumlu bir şekilde hem rekabet ortamına daha çok vurgu yapılan, hem de özel hukuk hükümlerine göre oluşturulan bir piyasa” benimsenmiştir. 2001 yılında çıkarılan ve 2012 yılında revize edilen Elektrik Piyasası Kanunu’nda; üretim tesislerinin çevre mevzuatıyla uyumlu hâle getirilmesi için “EÜAŞ veya bağlı ortaklık, iştirak, işletme ve işletme birimleri ile varlıklarına ve 4046 sayılı Kanun kapsamında oluşturulacak Kamu üretim şirketlerine, bunların özelleştirilmeleri halinde de geçerli olmak üzere, çevre mevzuatına uyumuna yönelik yatırımların gerçekleştirilmesi ve çevre mevzuatı açısından gerekli izinlerin tamamlanması amacıyla 31/12/2018 tarihine kadar süre tanındığı, bu sürenin 3 yıla kadar uzatılmasına Bakanlar Kurulu yetkili olduğu, bu süre zarfında ve önceki dönemlere ilişkin olarak bu gerekçeyle, EÜAŞ veya bağlı ortaklık, iştirak, işletme ve işletme birimleri ile varlıklarında ve 4046 sayılı Kanun kapsamında oluşturulacak Kamu üretim şirketlerinde, bunların özelleştirilmeleri halinde de geçerli olmak üzere, elektrik üretim faaliyetlerinin durdurulamayacağı ve idari para cezasının uygulanmayacağına” dair geçici bir madde eklenmiştir. Uygulamaya geçirilen bu mevzuat değişiklikleri ile elektrik sektöründe, amaçlanan piyasanın oluşturulmasının en önemli adımlarından biri olan özelleştirilmeleri bir an önce bitirmek ve batı ülkelerinde uzunca bir süredir uygulanan sisteme ülkemizde başarılı bir şekilde geçilebilmesinin sağlanması amaçlanmıştır.

 

Bu sene bir enerji dergisine demeç veren Avrupa’da ki bir ülke yöneticisine göre: küresel ısınma sonucu elde edilebilecek en önemli avantajın, buzulların erimesi ile daha fazla petrol ve doğalgazın çıkarılabilecek olması, olayı trajı-komik bir duruma düşürmüştür. Teoriye göre: buzulların erimesi ile deniz yüzeyi daha fazla ısıyı emecek, böylece deniz sıcaklıkları artacak ve artan deniz sıcaklığı nedeniyle buzulların altında bulunan donmuş tortuların erimesi gerçekleşecektir. Dünyadaki buzulların erimesine sebep olan fosil yakıtların yine her halükarda elde edilme isteği, insanoğlunun petrole olan bağımlılığını net bir şekilde göstermektedir.

 

Uluslararası Enerji Ajansı gibi saygın kuruluşların altını çizdiği bir nokta var: 3-5 yıl öncesi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına ilgi gösterilmediği bu ilginin gelecekte daha çok azalma yönünde olması halinde dünyanın yine fosil kaynaklı yakıtlara mahkum olacağı, sübvansiyonların değiştirilmemesi değiştirilecekse de artırılması yönünde bir politikanın uygulanması gerekmektedir.

 

Başta ülkemiz olmak üzere, AB, ABD ve OECD ülkeleri yatırımlarını sürdürürken, sürdürülebilirlik ilkesince stratejilerini belirlemeye çalışmakta, özellikle enerji alanında çeşitliliğe önem vermek istemektedirler. Petrole olan bağımlılığın yanında özellikle önemli markaların ve şirketlerin çevreci bir duruş sergilemeleri, ister reklam amaçlı olsun ister çevre amaçlı olsun enerji ve çevre dünyasında güzel bir yaklaşım tarzı olmaya başlamıştır.

 

Enerji dünyasında, eskilerin dediği gibi “yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal” çıkmazına girmemek için ülkelerin “ya yatırım yapmayı ya da çevreyi” tercih etme yerine “hem yatırımı hem de çevreyi” birlikte isteyen ülke profili çizmesinden başka çareleri bulunmamaktadır.

Yeşil Kalem

Daha yeşil ve güzel bir Dünya için yola çıkan Yeşil Aşkı, herkesi Dünya’ya zarar vermeden, çevre dostu ve sürdürülebilir bir yaşama davet ediyor. Bütün gayemiz; temiz bir çevre, yaşanabilir bir dünya ve yeşil gören gözlerdir. Yeşil görmeyen gözler, Renk zevkinden mahrumdur.

blank

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir