Çevre Bilinciyle Tarımsal Üretim
“Bana hektar değil, komşu lazım…” Bu sözler tarım desteğini kontrol etmek üzere çiftliğine gelen AB’li kayıt memuruna bir Fransız çiftçisinin yakınması… Sanayi devriminden bu yana Avrupa’nın yok olan tarım nüfusunun, boşalan kırsalının, şişen kentlerinin veciz ve acıklı bir ifadesi… 1945 sonrasında kıtlık çeken Avrupa’ya çare olarak geliştirilen, bolluk oluştururken insanı göz ardı eden üretim modelinin sonuçları… Ancak Türkiye’nin -eğer bugünkü kafayla gidilirse- on yıla kalmadan içinde bulunacağı durum…
Tarımsal Üretimde Doğru bilinen yanlışlar
Tarım geri, iptidaî bir faaliyettir. İllâki yapılacaksa yoğun bir biçimde ve insansız yapılmalıdır.” Ya da “Hava, su ve toprak sonsuzdur. Tepe tepe kullanılabilir…”
İklimsel açıdan içinde bulunduğumuz adeta kıyamet öncesi ortam, bu iki temel yaklaşımın sadece yanlış değil üstelik ölümcül olduğunun kanıtı. Organik ve doğa dostu tarım biçimleri bu yanlışlardan kurtuluşun en değerli çarelerinden birkaçı, insan emeği dahil, girdiyi temel alan bu tarımsal faaliyet, tamamen rekabetçi piyasaya tabi ve dünyanın sonunu hazırlamakta olan üretim, tüketim, kısaca var olma biçiminin panzehirlerinden biri. Değerlendirmesini bilen için elbette! Zira sonuçta dünyanın önündeki denklem basit: Ya bu sürdürülemez ve ölümcül var olma biçimi tepeden tırnağa değişecek ya da bugünkü gidişat geri dönülmez bir yola girerek dünyanın sonunu getirecek.
AB’nin paradoksu
Avrupa ülkeleri sanayi devrimi sonrasında kaybettiği kırsal yaşam sanatını yeniden keşfetmek için epey zamandır arayış içerisinde. Zaten bizim buralar da dahil, o değişimi daha tam anlamıyla geçirmemiş olan memleketlere duydukları ilginin nedeni biraz da bu arayış değil mi?
Arayış, iklim değişikliğinin getirdiği kaygılarla son zamanlarda ayyuka çıkmış durumda, işte bu çerçevede Avrupa hızla üretim ve tüketim modellerini gözden geçiriyor. Organik tarım, biyoçeşitlilik, kırsal yaşam bu arayışların temel taşları. Çevre bilinci, tarıma ve kırsala verilen malî desteklerin artık neredeyse tek kıstası olma yolunda. Yüzyıllardır birikmiş kirlilikten ve tarımı her anlamda dümdüz etmiş üretim metodları ile tarım lobilerinden kurtulmak elbette kolay değil, ama yön belli.
Buna karşılık, AB’ye üye olma yolunda olan ülkelerden istenen uyum çalışmaları, tarımda tamamen AB’nin şu sırada kurtulmak istediği paradigmadan esinleniyor. AB bir yanda savaş sonrasında kurduğu ve o zamanların koşullarına binaen düşünülen aşırı üretime yönelik “yeşil devrim” yaklaşımını terk etmeye ve sonuçlarından kurtulmaya çalışıyor. Diğer yanda Polonya ve Romanya örneklerinde açıkça görüldüğü gibi üye olacak ülkelere o yaklaşımın sonuçlarından olan, kırsal nüfusun azaltılmasını ve salt rekabetçi mantığı dayatıyor.
Burada yapılacak iş belli. Türkiye biyoçeşitlilik ve tarımsal hafıza anlamında eşsiz bir hâzinenin üstünde oturuyor. Çin ve Hindistan, tekstilde veya başka sanayilerde belini bükebilir ama tarımda değil. Halbuki, bu zenginliğe rağmen gelişmiş ülkelere körü körüne özenmek ve onların yaptıkları tüm yanlışları tekrar etmek anlamına gelen politikalar sonucu tarımı ve kırsalı yok oluyor. Ancak Türkiye’nin, kırsal nüfusunun azalmasına hiçbir durumda tahammülü yok. Temel ilke, herşeyden önce o nüfusu kırsalda yaşatacak bir politika benimsemek olmalı. Organik tarım, doğa dostu ve çevre bilinciyle üretim ile kırsal kalkınma bu politikanın köşe taşları. O halde AB’yi de, Türk tarımına olan yaklaşımını bu politika doğrultusunda yeniden değerlendirmeye ikna etmek gerekiyor.