İklim Değişikliği İle Mücadele
İklim değişikliği ile mücadele; Paris Antlaşması’na göre 2020 itibariyle resmen başladı. Bilim insanlarının uyarı üstüne uyarı yaptığı, bir an önce adımlar atılması gerektiğini vurguladığı küresel ısınmanın sonuçları ne olacak? İklim değişikliğinin etkilerini ne zaman yaşamaya başlayacağız? Sera gazının etkisi nedir? Dünyayı kurtarmak hala mümkün mü?
Petrol ve kömür gibi fosil yakıtların tüketimi, endüstriyel ve tarımsal faaliyetler sonucu atmosferde karbondioksit gibi sera gazlarının artışıyla meydana gelen küresel ısınmaya yani iklim değişikliğine neden oluyor. Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) verilerine göre, atmosferdeki karbondioksit ve diğer sera gazlarının yoğunluğu 2018’de son on yılın ortalaması üzerinde seyretti. Umutlar, 2016’da imzalanan ve 2020’de iklim değişikliği ile mücadele başlatan Paris Anlaşmasında…
2020 sonrası iklim değişikliği rejiminin çerçevesini oluşturan Paris Anlaşması, 2015 yılında Paris’te düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) 21. Taraflar Konferansında kabul edilmişti. Paris Anlaşması, 5 Ekim 2016 itibariyle, küresel sera gazı emisyonlarının %55’ini oluşturan en az 55 tarafın anlaşmayı onaylaması koşulunun karşılanması sonucunda, 4 Kasım 2016 itibariyle yürürlüğe girdi. Paris Anlaşmasının, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) ile karşılaştırıldığında en belirgin özelliği, tüm ülkelerin katkılarına dayanacak bir sistem öngörülmesiydi. 2020 sonrası süreçte, iklim değişikliği tehlikesine karşı küresel sosyo ekonomik dayanıklılığın güçlendirilmesini hedefleyen Paris Anlaşması, endüstriyelleşme öncesi döneme kıyasla küresel sıcaklık artışını 2 derecenin olabildiğince altında tutulmasını hedefliyor. Bu hedef fosil yakıt (petrol, kömür) kullanımının tedricen azaltılmasını ve yenilenebilir enerjiye dönüşünü gerektiriyor.
Dünyada ortalama sıcaklık yaklaşık 15 derece. Ancak geçmişte ortalama sıcaklığın bunun çok üzerine çıktığı ya da çok altında kaldığı dönemler de oldu. Bilim insanları, sıcaklıkların sera gazı etkisi nedeniyle artık önceki dönemlere kıyasla çok daha hızlı bir şekilde arttığını söylüyor. Dünyanın yüzeyinden uzaya yansıyan güneş enerjisi, sera gazı nedeniyle uzaya ulaşamadan emiliyor ve buradan da tüm yönlere yayılıyor. Bu da hem atmosferin alt katmanlarının hem de dünya yüzeyinin ısınmasına neden oluyor. Sera gazı etkisi olmasaydı, dünya yaklaşık 30 derece daha soğuk bir yer olacak ve yaşam için elverişli bir ortam sunamayacaktı. Sanayi ve tarım faaliyetleri nedeniyle ortaya çıkan gazlar, daha fazla enerjiyi dünyada tutarak sıcaklıkların yükselmesine ve doğal sera gazı etkisinin daha fazla hissedilmesine neden oluyor. Bu durum iklim değişikliği ya da küresel ısınma olarak tanımlanıyor.
Küresel ısınmayı en fazla etkileyen sera gazı aslında su buharı. Su buharının atmosferde kalma süresi yalnızca birkaç günle sınırlı. Karbondioksit ise çok daha kalıcı niteliğe sahip. Mevcut miktarın okyanuslar gibi doğal rezervuarlar tarafından emilerek, sanayileşme öncesi düzeylere geri dönülmesi için birkaç yüzyıllık bir zaman geçmesi gerekiyor. İnsan kaynaklı karbondioksit emisyonlarının büyük bir bölümü fosil yakıtların kullanımından geliyor. Karbon emen ağaçların kesilmesi, çürümeye bırakılması ya da yanmasıyla birlikte tuttukları karbon da açığa çıkıyor ve bu da küresel ısınmanın artmasına yol açıyor.
Dünya Meteoroloji Örgütü, 2019 yılında ortalama sıcaklığın sanayi öncesi döneme göre 1,1 derece daha yüksek olduğunu açıkladı. Kayıtlara geçen en sıcak 20 yılın tamamı son 22 yıl içerisinde yaşanırken, 2015 ile 2018 arasındaki yıllar ilk dört sırayı aldı. Dünya genelinde, ortalama deniz suyu yüksekliği 2005 ile 2015 yılları arasında yılda 3,6 milimetre arttı. Bu artışın arkasındaki ana etkeni küresel ısınmayla birlikte su düzeyinin de yükselmesi oluşturuyor. Ancak son dönemlerde kutuplardaki eriyen buzulların deniz suyu yüksekliğinin artmasının ana nedeni olduğu düşünülüyor. Havaların ısınmasıyla birlikte birçok buz kütlesi de küçülmeye başladı. Kuzey Kutup bölgesindeki deniz buzu 1979 yılından bu yana önemli ölçüde azaldı. Grönland Buz Tabakasındaki erime rekor düzeylere ulaştı. Batı Antarktika Buz Tabakası da küçülüyor. Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO) “iklim değişikliğinin ana etmenlerinden atmosferdeki sera gazı yoğunluğu 2018’de rekor seviyelere ulaştı” açıklaması endişeleri artırdı. Birleşmiş Milletlerin (BM) alt kuruluşlarından Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO) raporuna göre; 2017’de 405,5 ppm olan atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonu, 2018’de 407,8 ppm’ye çıkmış durumda.
Atmosfere sera gazı salınım oranının geçen on yıl ortalamasından daha hızlı şekilde gerçekleştiği belirtilen raporda, karbondioksitin, atmosferde yüzyıllarca, okyanuslarda ise daha da uzun süre kaldığı uyarısında bulunuluyor. Raporda, “Bu uzun süredir devam eden eğilim yeni nesillerin, yükselen hava sıcaklıkları, hava koşulları, su stresi, deniz seviyesinin yükselmesi ile deniz ve kara ekosistemlerinde bozulma gibi iklim değişikliğinin giderek daha ciddi etkileriyle karşılaşacağı anlamına geliyor” deniliyor. WMO Genel Sekreteri Petteri Taalas’ın şu açıklaması bu nedenle çok önemli:
“Paris İklim Anlaşması’ndaki tüm taahhütlere rağmen atmosferdeki sera gazı yoğunluğu seviyesinde düşüş işareti gözlenmedi. Taahhütlerin eyleme dönüştürülmesi ve gelecek nesillerin refahı uğruna daha fazla çaba gösterilmesi gerekli. Dünya’nın, karşılaştırılabilir bir karbondioksit konsantrasyonuyla üç ila beş milyon yıl önce karşılaştığını hatırlatmakta fayda var. O zamanlar, sıcaklık 2-3 derece daha fazlaydı, deniz seviyesi de şu andan 10-20 metre daha yüksekti”
Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), küresel iklim değişikliğinin yol açacağı kaosu önlemek için sera gazı salımlarının önümüzdeki 10 sene boyunca her yıl %7,6 oranında azaltılması gerektiğini söylüyor. UNEP, dünyadaki sıcaklık artışının bu yüzyıl sonunda 1,5 santigrat dereceyi aşmaması için, ülkelerin sera gazı salınımlarını azaltma hedeflerini 5 katına çıkarması gerektiğine dikkat çekiyor. Buna göre, yıllık sera gazı salınımlarını azaltmak için belirlenmiş mevcut hedeflere uyulsa bile 2100 yılında dünyada sıcaklık artışı 3,2 dereceyi bulacak.
“Küresel sera gazı emisyonu artışını engelleme konusunda ülkeler bir bütün olarak sınıfta kaldı. Karbon emisyonunun çok daha fazla ve çok daha hızlı azaltılması gerekiyor” diyen uzmanlar, en zengin ülkelerin sera gazı salınımlarını azaltmak için gereken tedbirleri zamanında almadığı, bu gecikme nedeniyle çok daha hızlı hareket etmek ve daha yüksek hedefler belirlemek gerektiğini sürekli söylüyor.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın raporunda özellikle zengin ülkelerin rolüne dikkat çekiliyor. En zengin 20 ülke dünyadaki sera gazı salınımlarının %78’inden sorumlu. G20 ülkeleri arasında ABD, Avustralya, Brezilya, Japonya, Kanada, Güney Kore ve Güney Afrika’nın, karbon emisyonunu azaltma konusunda mevcut hedeflerine ulaşmaları için çok daha ciddi önlemler almaları gerekiyor. Türkiye, Hindistan ve Rusya’nın sera gazı salınımlarını azaltmak için belirledikleri hedefi %15 aşarak gerekeni yaptı. Avrupa Birliği, Çin ve Meksika’nın da belirledikleri hedefe uyduğu görünüyor.
İklim Değişikliğinin Etkileri
- İklim değişikliği, sıra dışı iklim olaylarının görülme sıklığını artıracak
- Dünya ısındıkça daha fazla su buharlaşacak. Bazı bölgeler daha yoğun yağmur alacak, bazı yerlerde ise daha fazla kar yağacak.
- Denizden uzak kesimlerde kuraklık riski de artabilir. Fırtına ve yükselen deniz seviyesi nedeniyle daha fazla sel ve su baskını bekleniyor.
- Tatlı su kaynaklarının azalması, yiyecek maddelerinin yetiştirilmesinde sıkıntılar yaşanması ve sel, fırtına ve sıcak hava dalgaları nedeniyle görülen can kayıplarının artması söz konusu olacak.
- Bazı bitki ve hayvan türlerinin yok olacağı tahmin ediliyor.
- Küresel ısınmayla sıcaklığın artmasına yol açacak başka değişiklikler de olabilir. Yüksek bölgelerdeki bulunan donmuş toprak tabakasının (permafrost) erimesiyle çok yüksek miktarlarda metan gazı açığa çıkabilir.
Atmosfere giren ısı çıkan ısıdan fazla olunca küresel ısınma meydana gelir. Zamanla atmosferde biriken ısı havadaki tüm moleküllere dağılır. Moleküllerin enerjisinin artması ise bu moleküllerin toplu hâldeki hareketiyle meydana gelen hava olaylarının şiddetlenmesi anlamına gelir. Bu bağlamda ele alındığında, iklim değişikliği tüm hava olaylarının şiddetini ve sıklığını artırır, ayrıca normalde gerçekleşmedikleri bölgelerde de görülmelerine yol açar.
Bunun ötesinde, atmosferin ortalama sıcaklığındaki her bir derecelik artış, atmosferin su buharı tutma kapasitesini %7 artırır. Bu artış, yağışların da artacağı anlamına gelir. Yalnız, iklim değişikliğinin getirdiği bu olgu yeryüzünün her bölgesine eşit biçimde dağılmaz. Bunun pratiğe yansıması ile ilgili aklımızda tutmamız gereken genel kural yağışlı yerlerin daha yağışlı, kurak yerlerin de daha kurak olacağıdır.
Ortalama sıcaklık ve yağışlardaki artış genelde bizi bekleyen en önemli tehlike değildir. Ortalama sıcaklık ve yağış arttığı zaman bunların uç değerleri çok daha fazla artar. Sıcaklık açısından baktığımızda bu, çok sıcak günlerin oranının fazla artması anlamına gelir. Mesela geçtiğimiz elli yıl içerisinde ülkemizdeki bir şehrin yaz aylarındaki ortalama sıcaklığı 29 dereceden 30 dereceye yükselmişse, sıcak sayılan günlerin sıcaklığı da 32 dereceden 35 dereceye yükselmiştir. Yani elli sene önce 32 dereceden daha sıcak günlere ancak birkaç senede bir rastlanırken ortalama sıcaklığın bir derece artmasıyla artık 35 dereceden sıcak günlere birkaç senede bir rastlanır. Bu durumda hava sıcaklığının 35 derece olduğu günler artık normal olarak görülür. Bu aşırı sıcaklara havadaki nem de eşlik ettiğinde, zamanla insanların yaşamasına izin veren koşulların dışına çıkılması mümkündür. Aşırı sıcak ve nem bu yüzyılın ortalarında Pakistan, Hindistan ve Bangladeş gibi yüksek nüfus yoğunluğuna sahip ülkelerde binlerce can kaybına neden olacak seviyede artıyor.
Yağışlarda da benzer bir durum söz konusudur. Son yıllarda yaşanan sel felaketlerinde ortaya çıkan yağış miktarı ancak binlerce yılda bir görülebilirdi. Ancak iklim krizi bu binlerce yılda bir görülecek yağışların hem şiddetini arttırdı hem de bu yağışları daha sık görülür hâle getirdi. Hesaplarımıza göre gelecekte benzer yağışlar her yirmi ya da yirmi beş senede bir görülecektir.
Aşırı yağışlar bu bağlamda madalyonun sadece bir yüzüdür, madalyonun öteki yüzünde ise kuraklık vardır. İklim krizi kuraklıkları da daha şiddetli ve daha sık hâle getirir, dahası kuraklığın yayıldığı alanı da genişletir. Mesela ülkemiz son iki senede oldukça şiddetli sayılabilecek bir kuraklığın etkisi altındadır. Bu kuraklık başta tarım olmak üzere, temiz su ihtiyacı duyan tüm sektörlerin sıkıntı çekmesine yol açmıştır.
Kuraklıkların bir diğer sonucu da özellikle son yıllarda tüm dünyada sıkça gördüğümüz orman yangınlarıdır. Eskiden bu orman yangınları daha küçük çapta ve yeryüzünün belirli bölgelerinde meydana gelirdi. Şimdi Avustralya’dan Sibirya’ya, İsveç’ten Kaliforniya’ya kadar değişik coğrafyalardan yangın haberleri alıyoruz. Bu yangınların nedeni elbette iklim değişikliği değil ama iklim değişikliği, insan hatalarından ve kazalardan çıkan bu yangınların şiddetini ve yayıldığı alanı kolayca artırabiliyor.
“Yaşam alanlarının hızlı değişimine ayak uyduramayan birçok bitki ve hayvan türünün nesli yok olacak” dediğimizde bunu hep “kutup ayıları yok olacak” diye algılıyoruz. Oysa kuraklık ve sıcaklık artışı ülkemizde ve yeryüzünün çeşitli bölgelerinde doğal olarak yetişen pek çok hayvan ve bitkinin de sonunu getirecek.
Bir diğer açıdan bakıldığında, Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre, iklim değişikliğinin sonucu olarak sıtma gibi salgın hastalıklar ve yetersiz beslenme gibi nedenlerden dolayı milyonlarca kişi ölümle yüz yüze gelecek. Sivrisinekler gibi bulaşıcı hastalık taşıyan vektör organizmalar iklim değişikliği nedeniyle daha kolay yayılma imkânı buluyor. Eskiden kışın soğuk havada larvaları donan sivrisinekler ancak bir sonraki yaz mevsiminde tekrar yayılabiliyordu. Oysa şimdi daha ılıman geçen kış ayları hem sivrisineklerin hem de larvalarının kışı sağlam geçirmesine imkân tanıyor. Bunun ötesinde, küreselleşen gezegenimizde sivrisinek benzeri hastalık taşıyan bir vektör organizmanın bir uçağın içerisinde Afrika’daki bir şehirden ülkemize ulaşması sadece birkaç saat alabilir. Bu nedenle de ülkemizde daha önce görülmeyen hastalıklar bu vesileyle topraklarımıza taşınabilir.
Özellikle gıda üretiminin az ve zor olduğu Afrika ve Güneydoğu Asya gibi bölgelerde oluşacak daha kötü kuraklıklar ve muson yağmurlarının rejimindeki değişiklikler, bu bölgelerde yaşayan insanların gıdaya erişimini imkânsız hâle getirebilir. Bugün bile 821 milyon insanın her gece yatağa aç girdiğini düşünecek olursak yakın gelecekte iklim felaketleriyle birleşen gıda yokluğunun ne gibi sorunlara yol açabileceğini zihnimizde canlandırabiliriz.
Deniz seviyesindeki yükselme ülkemiz de dâhil olmak üzere çoğu ülkede nehirlerin denizle buluştuğu alüvyonlu deltalarda yer alan verimli tarım arazilerinin kaybına ve bu nedenle tarımsal üretimde azalmaya yol açacaktır. Deniz seviyesinde beklenen 1 metrelik bir artış bile bazı ülkelerin tarım alanlarının önemli kısmının sular altında kalmasına, çok daha fazlasının ise tuzlanmadan dolayı kullanılamaz hâle gelmesine yol açabilir. Ayrıca deniz seviyesindeki yükselmeden dolayı bu bölgelerde yaşayan çoğu insan daha yüksek bölgelere göç etmek zorunda kalabilir. Daha da kötüsü, en yüksek noktası denizden beş metre yukarıda olan Tuvalu gibi devletler topraklarının neredeyse tamamını deniz seviyesindeki yükselmeyle kaybedebilirler.